22 Temmuz 2014 Salı

SABAHATTİN ALİ - İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN

Çok uzun ara veriyorum yazılarıma farkındayım. Sözde tatildeyim yalnız hep koşuşturmayla geçiyor. Aslında hiçbir şey yapmamaktansa böyle yorulmayı tercih edıyorum. J
Kısa bir açıklamadan sonra, okuduğum kitaptan bahsetmek istiyorum. Aslında bir solukta okuduğum kitap. Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’ı.  Sabahattin Ali’den bloğumda 3. Kez bahsediyorum. Yeni kitaplarını keşfettikçe hayranlığım daha da artıyor. Kitaplarını okurken ,  o ruh halini hayal etmeye çalışıyorum. Bir insan nasıl böyle bir kitap yazabilir diye düşünürken hayranlığımın daha da arttığını fark ediyorum.  Şimdi biraz da kitabın konusundan bahsedelim J
İçimizdeki Şeytan kitabının ana karakterleri Macide , Ömer , Bedri .. Aslında adı geçen bir sürü karakter var ama olaylar  3 ü arasında geçiyor. Macide , hayatının bir bölümüne kadar hep tesadüfleriyle yaşamış biri. İlk okulu , orta okulu sonra konservatuara gidişi.. Ve daha sonra Ömer ile tanışıp hemen ona kapılıvermesi.. Gerçektende Ömer konuşmalarıyla Macide’yi hemen etkilemiş , aralarında anlayamadıkları bir sevgi oluşmuştu .. Macide’nin başına gelen ev hadisesinden sonra Ömer ile yaşamaya başlamış , Ömer’i değiştirmeye çalışırken , kendisi ona uymuş ki yaptıkları yanlışlıkların farkına vararak… Ömer özünde iyi bir insan olmakla birlikte , her şeyi paraya bağlayan , para olmadan mutlu olmayan ve para için her şeyi yapabilecek bir karakter. Nitekim yapmıştır , düşkün durumdaki bir insandan(veznedar) faydalanmıştır.  Tabi Ömer, yaptıklarının yanlış olduğunu bilip bunu içindeki şeytana atmıştır. Bu durum Ömer’i , Macide’nin gözünde daha da değersizleştirmişti. Birazda Bedri’den bahsedelim. Bedri Macide’nin piyano hocasıdır ve hocası olduğu zamanlarda aralarında açıklayamadıkları hatta kendilerinden bile sakladıkları hisleri oluşmuştu. Yıllar sonra tesadüfen karşılaştıklarında , ikisi de şaşırırlar çünkü Macide Ömer ile evlenmiş ve Bedri Ömer’in yakın arkadaşıdır. Bedri Ömer’e hep acımış elinden geldiğince yardım etmiştir. Bütün bu olaylar olurken , kendi iç hesaplaşmaları vardır. İşte kitabın en derinden etkileyen kısmı burasıdır , Sabahattin Ali en ufak ayrıntısına kadar düşünmüş ve  hayatımızdaki kendi iç hesaplaşmalarımızı aynen kitaba yansıtmıştır.
İçimizdeki Şeytan’ı okurken bazı satırların altını çizdim. Bunları sizlere  aktarmak istiyorum..

‘’ Demek hayat böyle iki adım ilerisi bile görülmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi. Tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye irademiz vardı? Kullanamadıktan sonra göğsümüzü doldurun hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı? Yaşayışımıza ve etrafımıza şekil vermek arzusuyla dünyaya gelmekten ise hayatın ve muhitin verdiği şekli kolayca alacak kadar boş ve yumuşak olmak daha rahat, daha makul değil miydi ? ‘’

‘’ ‘’Hafızanız pek zayıf galiba!..’’Daha geçen gün bu mesele hakkında konuşmuştuk ve bu söylediklerinizi size ben anlatmıştım. Şimdi aynı şeylerin bana karşı müdafaası lüzumsuz değil mi ? ..’’

‘’ Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması… İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok.. İçimizde aciz var.. Tembellik var.. İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var ..Hiçbir şey üzerinde düşünmeye , hatta bir parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya lüzum görmeyerek nihayet zamanla kaybettiğimiz biçare irademizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde , insan iradesinin üstündeki tesirlerde arıyoruz ‘’

30 Haziran 2014 Pazartesi

KADINLAR NEDEN MUTSUZ ???


2 haftadır bayanlara güzellik merkezinin tanıtımını yapıyorum. Ve güzellik konusunda verdikleri tepkilerle şoka uğruyorum.  Şöyle bir genelleme yapabilir miyim acaba ? Ev hanımı olan bayanlar , çalışan bayanlara oranla daha mutsuz , bıkkın. Çünkü ev hanımı bayanlar sadece ev işleriyle uğraşıyor( ev hanımı olup başka uğraşlarda bulunanları tabiî ki bu genellemeye dahil etmiyorum).  Güne ev halkına kahvaltı hazırlamakla başlayıp , öğle yemeği hazırlamakla devam edip arada bulaşıkları çamaşırları yıkamakla , evi topla sil süpür ve vakit geçti akşam yemeği vakti geldi , akşam yemeğini hazırla sonra bulaşıkları yıkamakla son buluyor… ve gün bitti .. Evdeki bayan işte çalışan kocasından daha yorgun, suratı asık ..
Bizim evlerimizde şöyle bir anlayış var ; kadın ev hanımıysa bütün işleri o yapar , kimse yardım etmez .. Ama iş kadınıysa , nasıl olsa o yorgundur deyip koca da yardım eder ve işlerini beraber bitirirler..
En hanımı bayanları kendilerine daha az özen gösteriyorlar. Neden ? Ben bu duruma çok gıcık oluyorum. Hanımlar siz her şeyden daha değerlisiniz. Siz bu dünyaya ev işi yapmak için gelmediniz diye haykırasım geliyor. Ve bazı bayanlara söylüyorum aynen böyle. Sonra gelen cevap yine evde yemek yapmam lazım oluyor. İşte bu cevapla birlikte daha fazla kızıyorum.
Sizlere bayanlarla konuşmalarımdan da yazmak istiyorum..
Ben : Merhaba , yeni bir güzellik merkezi açıldı , hizmetlerimiz bunlar ( cilt bakımı , leke tadavisi vs. )
Karşımdaki bayan :  Dinazorlara da hizmet veriyor musunuz ? ( evet aynen kendine kadın dinazor diyor )
Ben : Anlayamadım.  diyorum
3 defa falan tekrar ediyor bayan. Ve ben tatlı şirin bir dinazorum diyor. (Kafaya bak ! )
Bu yaşadığım olay belki de en uç olaydı.
Bu yazımı okuyan sevgili okurlarım ; eğer ev hanımıysanız lütfen işleri çocuklarınıza ve eşinize yaptırmayı bir şekilde başarın. Eğer annesi ev hanımı olan okuyucuysanız lütfen annenize yardım edin.
Mutlu kalın ..
L  Sokağından Sevgilerle…
Efruze..

25 Haziran 2014 Çarşamba

S U R İ Y E



     Uzun zamandır vakit ayıramadım bloğuma. Finaller o , bu , şu derken geçti gitti zaman. Bugün sizlere Suriye’den gelen, ülkemizde sokaklarda yaşan , Suriyelilerden bahsetmek istiyorum.  Öncelikle Suriye’de yaşanan savaştan dolayı ve ülkelerini terk etmek zorunda kalan insanlardan dolayı çok üzgünüm. Keşke olmasaydı. Başkalarının günahlarını onlar çekmek zorunda kalmasalardı.  Metrodan geçerken köşelerde dilenen Suriye vatandaşlar , o küçücük minnacık çocukların el açıp para istemeleri ve vermeyince annelerine dönüp vermiyorlar işte demeleri içimi parçalıyor gerçekten. Görünce dayanamıyorum.  
    Bugün akşam otobüse bindim. Ve Suriyeli bir anne kucağında güzel mi güzel , tatlı mı tatlı bir çocuk , yanında da 5 yaşlarında daha güzel bir kız çocuğu vardı. Biraz koku geliyordu. Düşündüm bir gün suyumuz kesilse kıyametleri kopartıyoruz , duş alamazsak ne yaparız diyoruz peki ya onlar ? Onlar ne haldeler ?Bir kaç bayan aralarında konuşuyor ve bayanlardan bir tanesi ‘’ Şöyle rahat rahat yurt dışına çıkamıyoruz .’’ diye hayıflanıyor. Peki ya sokaklarda dilenmek zorunda kalan Suriyeliler ne diye hayıflanıyor  sizce ? Banyo yapacak su bulamamaktan , ya da bir tas çorba içememekten  olabilir mi ?
Böyle gördükçe halimize , yaşadığımız koşullara şükretmediğimizi , hep daha fazlasını istediğimizi anladım.        Lütfen biraz düşünelim ve halimize şükredelim. J Sizlere içimi dökmek istedim biraz can sıkıcı oldu farkındayım ama napalım bugünlükte böyle olsun J
  
   L Sokağından Sevgiler ..
              Efruze..

16 Haziran 2014 Pazartesi

Mutluluk bir an , fotoğraflar bir ömür ...

    
    Yaz geldi , çiçekler açtı , böcekler uçuştu. Her yerde gelin damat, nişanlılar fotoğraf çektirir oldular. Yalnız bu fotoğraf çekimlerinde hep bir şeyler dikkatimi çeker. Neden bu kadar abartı ? Gerçekten neden bu kadar süslülük ? Fotoğraf çektirme gününe kadar sade bir şekilde , dikkat çekmeden giyilen elbiseler , bir anda akıl almaz bir abartılıkta fotoğraflarda yer alıyor. Şimdi herkesin vücut ölçülerine göre uygun giymesi gerektiğini biliyoruz  çok kilolu bir gelinin çok dar bir gelinlik seçmesi neden ? Kapalı bir bayanın eşarbında bir başka eşarptan yapılan güller ve ayrıca başından süs niyetine zincirler sarkması neden ? Peki diğer aile fertlerinin o gün için seçtiği elbiseler de dantel , fiyonk , cırtlak renk.. Hepsini giymesi neden ?  

    Evlenecek veya nişanlanacak arkadaşları şimdiden Allah mesut etsin diyorum. Bu yazıyı okurken bana ‘’ ya sen kültür falan blog yazarısın giyimle ne alakan var ‘’ diyen okurlarım evet haklısınız. Ama çevremde sürekli gördüğüm manzarayı yazmadan geçmek istemedim. Sadeliğin her zaman daha şık olduğunu bir kez daha vurgulayıp yazıma son veriyorum J

     L Sokağından Sevgilerle …
            Efruze ..

4 Haziran 2014 Çarşamba

TARİHİN İÇİNDEN ŞEHZADE MUSTAFA

Merhabalar   L Sokağı okuyucuları. Bu günkü yazımızda tarihin en çok sevilen ve sevildiği kadar da haksızlığa uğrayan bir isminden bahsetmek istiyorum. Tarihin ona olan sevgisi ve saygısı beni hep imrendirmiştir. Koca Osmanlı tarihin de çok padişah, şehzade ve hanım sultan geçmiştir. Ama hiç kimse onun kadar anılmadı. Bahsettiğim isim tabi ki Şehzade Mustafa’dan başkası değildir. Babasına ihanet suçu ile suçlanmış, koca Osmanlı ahalisi ve sarayın sevgisine mazhar olmuş ama kendi babasına sadakatini bir türlü inandıramamıştır. Ya da bir şehzadenin bu kadar çok sevilmesi koca cihan Sultanı’nın bir türlü hoşuna gitmemiştir kim bilir?  Doğumundan vefatına kadar geçen sürede neler olmuş bir bakalım.
Şehzâde Mustafa, 1515’te Mahidevran Sultandan Manisa da doğmuştur.1520’de babasının tahta çıkması üzerine İstanbul’a geldi. 1533’te Manisa Sancakbeyliği’ne tayin edildi. Kanunî, Hürrem Sultan’ın da tesiriyle Şehzade Mustafa’yı, hem saltanat merkezine yakın olması sebebiyle hem de Manisa’nın Padişahlığın ilk basamağı olarak görülmesiyle Mustafa’nın Manisa Sancakbeyliği’nden alarak yerine Şehzade Mehmed’i tayin ettirdi. Şehzade Mustafa’yı da Amasya’ya gönderdi. Ancak Şehzade Mehmed’in 1 yıl sonra 1543’teki beklenmedik ölümü Şehzâde Mustafa’yı tekrar şanslı duruma getirdi. Şehzade Mustafa hayatta iken onun haricinde sarayda üç şehzade daha vardır. Şehzade Selim, Bayezıd ve Cihangir. Hürrem Sultan’ın ve Rüstem Paşa’nın meyli Şehzade Bayezid’e; Askerler, âlimler, halk ve Sadrazam İbrahim Paşa’nın meyli ise Şehzade Mustafa’ya idi. Harem halkının meyli ise sancağa çıkmayan Şehzade Cihangir’eydi. Yani Selim kimsenin aklına dahi gelmiyordu. Zira kendi sancağında etrafında toplanan musahiplerle eğlenceli bir hayat sürüyor devlet işleri sorulduğunda ”bakalım Mevla neyler” diye lakayt geçiyordu.
Peki, ne oldu da bu kadar sevilen bir şehzadenin boynuna geçti yağlı ilmek. Hürrem yıllarca nasıl kanuniyi işledi ki koca sultan cihanın bir türlü inanmadığı bir sebepten öldürdü şehzadesini.
Evet, Hürrem şüphesiz ki işinin zor olduğunu biliyordu. Zira Mustafa’nın yanında güçlü yandaşları vardı. Sadrazam İbrahim Paşa, yeniçeri ocağı, halk ve çeşitli illerde ki beyler…
 Mustafa’nın en büyük destekçisi Sadrazam Pargalı İbrahim Paşa’ydı. Sultan’ın çocukluk arkadaşı ve en güvendiği adamdı Pargalı. Öyle ki Sultan onu kendi gazabından dahi korumuştur. Olası bir durum da sultan ölüm emrini veremeyecekti. Hürrem çeşitli entrikalarla, mektuplarla pargalı’nın ona isyan hazırlığında olduğuna inandırdı. Bir yandan da söylentiler Pargalıyı canından etti. Ebu Suud Efendiden alınan fetva ile Pargalı’nın katli tek yolla mümkün olabilirdi. Pargalı, eğer Sultan uykuda olduğu bir anda infaz edilirse katli vacip olacaktı.  Ve Pargalı katledilir. Bir anda en büyük destekçisini kaybetmiştir Mustafa. Daha da kötüsü de olur ve Hürrem Kanuniye en yakın makamı boş bırakmamak adına Sadrazamlığa Diyarbekir Valisi Rüstem Paşa’yı getirir. Devlet işlerinde ki en küçük değişiklik de Hürrem haberdar olacak ve kendi Şehzadelerinin Sultan olması yolunda bir hayli ilerlemişti Hürrem.
Halkın Mustafa’ya sevgisi de baki’ydi. O dönemde Mustafa tüm ahaliyi onlara olan ilgisi alakasıyla, zekasıyla, cesaretiyle hayran bırakmıştı
Hürrem,  Kanuniyi sürekli dolduruşa getirmiş ve sürekli Mustafa’nın bu kadar sevilmesinin altında başka sebepler aratmıştır. Bu söylentileri dikkate almayan Kanuni’ye artık somut deliller sunma zamanı gelir. Söylentilere karşı bir defasında Kanuni;” hâşâ Mustafa Han’ım böyle bir küstahlığa cüret ede. Bazı müsfidler kendi arzularını mülk ve saltanat ona kalmasun diye iftira ederler.” Diye sert çıkmıştır. Bu durumda fitne ateşini iyice körükleyen Sadrazam Rüstem Paşa, Mihrimah Sultan ve Hürrem Sultan aralarında bir plan yaparlar. Sahte mektup yazmadaki başarısını gösteren Hürrem Sultan, Mustafa’nın; İran şahı Tahmasb ile iş birliği içinde olduğunu, Kanuni yi devireceğini inandırdı. Hatta 3.iran seferi için Mustafa orduya yardım amaçlı 30.000 kişilik ordu ile Konya Ereğlisi’ne geliyordu. Ama bu padişaha isyan hazırlığında gibi sezdirildi. Artık hüküm verilmiş, Kötü emeller amacına ulaşmış ve maalesef Şeyhülislam Ebusuud Efendi’den usulüne uygun alınmayan fetva ile çağın en acılı ve haksız idamı gerçekleşecektir. Tüm olanlara karşı Mustafa, Kanuni’nin bir türlü inanmadığı o sadakate sonsuza kadar bağlı kalacak ve yeniçerilerin onun emrinde olmasına tenezzül etmeyip,  babasına isyan etmeyecek, babasının ona güvenmesini dileyecekti. Babası ile görüşmek için otağına gittiği gün masumiyetinin nişanı olarak beyazlarla içeriye girer, cebinde babasının onu dinlemeyeceğini bildiği için ona yazdığı bir mektup vardır. Mustafa babasının ona inanmayacağını bilmekte ama son nefesine kadar sadakatine bağlı kalacaktır. Çünkü suçsuzdu. Şehzade Mustafa babası ile görüşmek için girdiği çadırda yedi dilsiz cellât tarafından boğdurularak öldürülür. Suçu devlete isyan suçundandır. Oysa deliller yanlış, şahitler yalancıdır.
Rivayete göre, padişah, şeyhülislâm Ebussuud Efendi’ye, hâdiseyi sembolik bir şekilde anlatarak fetvâ almıştır: Bir tacir, iş için uzak bir yere giderken ailesiyle mallarını kölesine emanet etse; bu köle de efendisinin ailesini yok ederek mallarına el koysa; dönüşünde de efendisini öldürmeye karar verse; ne lâzım gelir? El cevap: İdamı hak eder. Fetva, buradan da anlaşılıyor ki usulüne uygun alınmamıştır. 38 yaşındaki Şehzade, Bursa’da Muradiye külliyesine gömüldü. Annesi Mahidevran Haseki, Bursa’da uzun yıllar oğlunun hatırasıyla yaşadı. Üvey oğlu Sultan II. Selim’in yardımıyla, şehzadenin kabir üzerine büyük bir türbe yaptırdı. Ertesi sene Rumeli’de Şehzade Mustafa olduğunu iddia eden birisi ortaya çıkarak hayli taraftar topladıysa da, çıkardığı isyan bastırıldı. Babasının taraftarlarının etrafında toplanmasından korkulan oğlu da Amasya’da idam edildi. İki kızından biri Ankara Valisi Cenabi Ahmet Paşa ile evlenmiştir.
Şehzade Mustafa, yüzü ve tavırlarıyla dedesi Yavuz Sultan Selim’i andırırdı. Şair ve hattat idi. Âlim ve sanatkârları himaye ederdi. Manisa’da cami, ayrıca çeşmeler yaptırmıştır. Şehzâde, Osmanlı tarihinde hakkında en çok mersiye yazılan şahsiyetlerdendir. peki biz onu çok sevdik de dünya onun için ne diyordu.
Şehzade Mustafa'nın şahsına dair önemli verilerden biri de Bernardo Navagero adlı İtalyan elçinin hakkında verdiği bilgilerde bu sevgiyi doğrular nitelikdedir. Yazdığı bir mektup aynen şu şekildedir:
 "Şehzâde Mustafa, sultanın ilk oğlu. Annesi de Çerkez olan kadın. Şu anda Amasya'da ikamet ediyor. İranlıların sınırında, İstanbul'dan 26 gün uzaklıktaki bir mesafede. Yıllık geliri 80 bin dükaya tekabül ediyor. Annesi de onunla birlikte yaşıyor ve oğlunun zehirlenmesini engellemek için her türlü önlemi alıyor. Onun için en tehlikeli şeyin zehir olduğunu, başka hiçbir şeyden korkmaması gerektiğini söylüyor. Mustafa'nın annesini büyük ölçüde sevip saydığı söyleniyor.
Herkes onu çok seviyor ve  babasının yerine tahta çıkmasını istiyor. Yeniçerilerin de onun hükümdar olmasını istedikleri çok açık. Sultanın bütün kullarının arzusu da bu, çünkü ilk oğlu olmasından yanısıra çok dürüst, cömert ve cesur olması da herkesin onu istemesi için yeterli sebepler. Topraklarına gelen her yeniçeriye, sultanın kullarına, sadece çok iyi davranmakla, onları misafir etmekle kalmıyor, aynı zamanda çok güzel hediyeler de sunuyor. İşte sahip olduğu nâmı da böyle kazanmış. Her ihtiyaçları için yeniçeriler kendisine rahatça başvurabiliyorlar ve onun idaresinden bugüne kadar kimse sultana şikâyetçi olmamış.
Babasına sık sık armağan olarak güzel atlar, ayrıca birkaç bin düka da gönderiyor ve bunu seve seve yaptığı çok belli.
Şimdiye kadar babasına karşı hiçbir ters harekette bulunmamış. Hem de başka bir kadından olan diğer kardeşlerinin babasına yakın olduklarını bildiği, hatta biri sarayda yaşadığı halde. Bu konuda çok ılımlı.Söylediğim gibi herkes babasının ardından Şehzade Mustafa'nın hükümdar olmasını bekliyor ve istiyor. Ancak değişik olaylardan dolayı şans Şehzade Selim tarafına da düşebilir (Diğer ikisine çok fazla önem verilmemiş). Sultanın çok sevdiği annesinin planları ve çok yetkili olan Rüstem'in planları da bu doğrultuda. Yani sultanın ölümünden sonra Selim'in padişah olmasını desteklemek için şimdi planlar yapıyorlar. Bu yüzden paşa en önemli mevkilere kendine yakın, onun emrinde olan kişileri yerleştiriyor. Sancakların yanı sıra, hem yeniçeri ağasını yerleştirdiği, hem de kardeşini kaptanıderya mevkilerine çıkardığı gibi. Paşa kaptanıderya olan kardeşinin görevden alınmaması için büyük çaba gösteriyor. Bu mevkiden kardeşini alsa bile yerine çok güvendiği başka birini koyacak. Zira Mustafa'nın tahta çıkmasını engellemek için bir donanma ile onun yolunu kesmekten daha iyi bir şey yok.
Sultan Selim, İstanbul'a çok yakın. Hayatta kalmayı başarırsa, annesi de ölmezse, paşa da hazinenin ve sultanın paralarının sahibi olarak, kaza eseri bir ölüm ile Sultan Selim'i tahta oturtmak onlar için pek de zor olmaz. Herşeyi elde eden para aracılığı ile insanların kalbindeki Sultan Mustafa sevgisini kısa sürede silip atabilir. Bu şekilde kendisi de tahtı elinde tutmaya devam etmiş olacaktır. Ancak Mustafa'nın öldürülememesi durumunda ise Mustafa, hakettiği tahta çıkmak ve çıktıktan sonra da kaybetmemek için elinden geleni yapacaktır. Sultandan sonra tahta çıkan kim olursa olsun, herkesin bir korkusu var. Bunu Türkler de söylüyor: Bu taht meselesi oldukça kanlı olacağa benziyor ve bunun felaketlerin başı olduğunu düşünüyorlar. Bu konu ile ilgili olarak sultanın taht için kimi tercih ettiğini anlamak kolay değil çünkü hepsi onun oğlu ama yanında her zaman Rus karısı var ve bu kadın kendi oğullarını hep ön plana çıkarıp, sürekli Mustafa'yı kötülüyor. Ama Mustafa'nın tahta çıkması konusunda pek bir şey değiştiremeyeceğini de biliyor. Sultan da bu konuda bir şey yapamaz zira kendi ağzıyla Mustafa'nın tahta çıkacağını söyledi."
BernardoNavagero
Şehzade Mustafa ile diğer önemli bir bilgi de Fransız tarihçi GuillaumePostel,"De la RépubliquedesTurcs"(Türklerin Cumhuriyeti) adlı kitabında Şehzade Mustafa’nın iktidarı devralabilecek yaşa ve olgunluğa ulaştığını, tedbirli, ve son derece iyi eğitimli bir şehzade olduğunu yazmaktadır.

L Sokağından Sevgilerle..   
     B.


1 Haziran 2014 Pazar

RASİM ÖZDENÖREN- GÜL YETİŞTİREN ADAM


1940’ta Maraş’ta doğdu.İlk ve orta öğrenimini Maraş, Malatya, Tunceli gibi Güney ve Doğu  şehirlerinde tamamladı.  İ.Ü. Hukuk Fakültesi’ni ve İ.Ü. Gazetecilik Enstitüsü’nü  bitirdi. Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzman olarak çalıştı. Bir ara araştırma amacıyla ABD’nin çeşitli eyaletlerinde, 1970 -1971’de iki yıl kadar kaldı. 1975  yılında Kültür Bakanlığı Bakanlık müşavirliği  görevine geldi. Aynı bakanlıkta bir yıl da müfettişlik yaptı. 
1978’de istifa ederek ayrıldığı devlet mamurluğuna bir süre sonra(1980) Devlet Planlama Teşkilatı’nda çalışmak üzere tekrar döndü. Uzman, daire başkanlığı, genel sekreter yardımcılığı, genel sekreterlik, müşavirlik görevlerinde bulundu.205 yılında, devlet memurluğuna noktayı koyarak kendi deyimiyle özgürlüğünü ilan etti.
Türk öykücülüğünün ve deneme yazarlığının gelmiş geçmiş en usta kalemlerinden biri olarak kendini gösterdi.
Rasim Özdenören’in Gül Yetiştiren Adam’ı okudum.  Ve roman ilk baskısını 1979 yılında yapmış. Romanda  eskiden yapılan şeyler ile yeni yapılan şeyleri karşılaştırıp , nelerin değiştiğini gözler önüne seriyor. Romanı okurken , gerçektende hayatımız böyle dedim ve çok şaşırdım. Rasim Özdenören 1979 yılında bir kitap yazıyor ve günümüz yaşantısıyla çok uyuyor. Gerçekten bir üstat kendisi.
Roman:                        
‘’ Şehir yıkıntıları. Ve insan yıkıntıları.
Kadavralar. Kadavralarla uğraşarak bir yere gelinir mi ?
Büyük bir kale muazzam bir toprak yığını şehrin göbeğinde minareler kubbeler dar sokaklar sokaklar topraktan. ‘’
Diyerek başlıyor. Bir adamın yaşanılan olaylardan dolayı yıllarca dışarı çıkmadan evinde yalnız başına gül yetiştirdiğini , yılların inadını bırakıp dışarı çıktığında o eski ile yeni şeylerin değişimine hayretle baktığını anlatıyor. Ve bunlardan bahsederken de aslında insanları eleştiriyor. Geçmişte insanların bu ülke için nasıl savaş verdiğini , ancak şimdikilerin bunlardan haberleri yokmuş gibi davranmalarını eleştiriyor. Gerçekten de öyle değil mi ? 
Yapılan büyük binalar , yeşilliklerin yok olması her gün biraz daha yabancılaştırmıyor mu bizi yaşadığımız dünyaya karşı.
Sizlere kitabın özünü biraz anlatmak istedim. Aslında kitabı okurken burası çok güzel deyip altını çizdiğim çok yer var ama yazmak istemedim çünkü gerçekten okumanızı istiyorum J

Mutlu Kalın J

L Sokağı'ndan Sevgilerle..
    Efruze..
      


28 Mayıs 2014 Çarşamba

21. YY DA HEDİYE ANLAYIŞI ..

   

Yazıma günümüzde değişen hediye anlayışını  anlatmakla başlıyorum.  Nedir hediye ?  Hediye , insanın karşısındaki kişiyi mutlu etmeye yarayan ,karşılıksız , bir beklentiye girmeden(en önemli kısım burası) aldığı armağandır. Yalnız bu tanım pek günümüz için geçerli değil sanki , artık hediyenin değerinden çok maddiyatı daha bir önemli oldu 21. Yüzyıl yaşayanları için.
Yazıma günümüzde değişen hediye anlayışını  anlatmakla başlıyorum.  Nedir hediye ?  Hediye , insanın karşısındaki kişiyi mutlu etmeye yarayan ,
   Bu savımı örneklemek istiyorum. Bir gün okulun bahçesinde otururken , karşı masamda oturan kız nişanlısının annesiyle arasında geçenleri anlatıyor yüksek bir sesle. ( Hemen yanlış anlamayın tabiî ki kulak misafiri olmadım , yüksek sesle konuştuğu için duydum. Ben hiç öyle şeyler yapmam J ). Nişanlısının annesi bir gün gelmiş bunlara , ben sana Ankara’nın en iyi kuyumcusundan , en pahalısından tek taş aldım , siz benim oğlumu sevmiyorsunuz, ona karşılığında hiçbir şey almadınız demiş. Bakın olaydaki duruma. Eğer ben sana en iyi tek taşı aldıysam, sende benim oğluma en iyi hediyeyi almakla zorunlusun. Tabi kız kovmuş kadını evden , nişanlısından da ayrılmış vs vs. neyse bizi ilgilendiren hediye kısmı.
   Günümüzde hediye anlayışı böyleyken , Osmanlı zamanındaki hediye anlayışı nasıldı peki ? Erkekler , eşlerine en pahalı hediyeyi almak yerine sadece bir ayna hediye ederlerdi. Çünkü en güzel hediyenin aynaya bakan kişinin olduğunu anlatmak isterlerdi. ( Ne kadar ince bir anlayış değil mi? )
Bu iki olayı karşılaştırınca üzüldüm tabi
  Karşılıklı , beklentiyle hediye vermenin değişmesi dileklerimle..

  Mutlu Kalın…

  L Sokağı'ndan Sevgilerle 
  Efruze 


26 Mayıs 2014 Pazartesi

12 YILLIK ESARET FİLMİ

                     

   12 Yıllık Esaret filmi 2013 çıkışlı ancak Türkiye’de 2014 Ocak ayında vizyona giren İngiliz-Amerikan yapımı bir filmdir. Dili İngilizcedir. Filmin yapımcısı yakışıklı  Brad Pitt’imiz, yönetmeni ise Steve Mcqueen’dir. 12 Yıllık Esaret, 2014 yılı oskar ödüllerinde en iyi film ödülü almış ve sonuna kadar hak etmiş bir filmdir. Filmin baş rollerini Chiwetel Ejiofor ve Lupita Nyong paylaşmışlardır. Chiwetel Ejiofor birçok kez en iyi oyuncu ödüllerine aday gösterilmiş bir isim , Lupita Nyong ise 12 Yıllık Esaret filminde oyunculuğu ile göz doldurmuş ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü kazanmıştır.
   Film siyah bir adamın hayatta kalma mücadelesini , özgür olduğunu anlatma çabasını anlatmaktadır.
   Solomon ; müzisyen , 2 çocuk babası ve eşini çok seven siyah bir adamdır. Bir gün iki zengin adam tarafından kandırılıp, köle olarak satılır. Kimseye ispat edemez ve 12 yıl boyunca köle olarak birden çok kişiye satılır. Rengi siyah olduğu için hakaret de edilir , kırbaçlanır da.. Kendilerini beyaz oldukları için üstün gören kişiler için hiçbir değerleri yoktur.
Filmin sonlarına doğru Brad Pitt Solomon’un çalıştığı çiftliğe yardım için gelir ve kölelerin o hallerini görünce biraz da olsa haklarını savunur ama beyaz köle sahipleri için bunu anlamak ne mümkün ..
Solomon  Brad Pitt’in o sözlerini duyunca ona  inanır ve  bütün hikayesini anlatır. Bunun üzerine kurtarıcımız Brad Pitt yetkililere haber vererek Solomon’un kurtulmasını sağlar. (Boşuna kurtarıcı demiyorum J ) Solomon 12 yıl sonra evine döner. Ve hüzünlü bir son olur.
   Evet film biraz durağan gidiyor , olaylar çabuk çabuk gerçekleşmiyor. Heyecan isteyenlere pek önermiyorum ama hep heyecan filmleri izlemek olmaz ki , bir de bu filmi denemenizi tavsiye ediyorum.. Sonunda kesin iyiki izlemişim diyeceksiniz.

   Keyifli izlemeler J


L Sokağından Sevgiler ...
      Efruze..

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Küçücük Ellerde Ayakkabı Boya Sandığı..

 
   
    Daha 7. Sınıfa giden bir çocuk .. Esmer (ya da eli yüzü kir bilemedim) üstü başı kirli ve elinde ayakkabı boya sandığı.. Evet daha 12 yaşında.. Ekmek parası derdine düşmüş , ayakkabı boyayıp para kazanmak derdinde.. Yalnız bu çocuğun kimse farkında değil herkes kendinden uzaklaştırma derdinde .. Tanıtım standına gelir ‘’ Senin ne işin var burada hadi işine ‘’ laflarıyla uzaklaştırılmaya çalışılır .. Oysa bu çocuk standdaki kartvizitin üzerinde sonsuzluk işaretiyle ilgilenmekte.. Geldii.. baktı .. baktı.. ve  ‘’ aaa bu sonsuzluk işareti , saklıcam bunu ’’ diyerekten kartviziti aldı ve cebine koydu… Sonsuzluk işareti görmek, belki onun için bir umut demekti..
   Bu çocuk gibi daha nice çocuk..
   Balon onun için heycan verici bir oyuncaktı .. İyi giyinimli bir çocuk için ise olağan bir şey ..önemsiz.. İlk çocuk , daha balonu vermeden almak ister , ikinci çocuk verirsin almaz .. Çünkü birincisinin oynayacak oyuncağı ayakkabı boya sandığıdır .. Diğer çocuğun ise pahalı , güzel oyuncakları vardır ..
   Lütfen sizden ricam ..
   Üstü başı temiz  olan çocukları herkes sever.. Önemli olan diğer çocukları da sevmemiz .. Önemsememiz..     Diğer çocukları da önemseyenlerden olalım..

  L Sokağından Sevgiler ..
           Efruze..

21 Mayıs 2014 Çarşamba

EFSANEVİ ŞARKICI JOAN BAEZ



      Bu hafta size efsanevi şarkıcı Joan Baez’i tanıtmak istiyorum. Öncelikle hayatını anlatmaya girişmeden , onunla nasıl tanıştığımı anlatmak istiyorum. Tanışmak dedim ya hani , Joen ile hiç yüz yüze tanışmadık.      ( Joen diyorum çünkü her şarkısını dinlediğimde kendimi biraz daha yakın hissediyorum ona J ) Tabiî ki ben bir gün akşam ne dinlesem ne dinlesem diye aranırken Youtube’ da birden karşıma çıktı o efsanevi Donna Donna şarkısıyla .. Dinledim , dinledim ve doyamayıp bir daha dinledim .. Çok etkilenmiştim sesinden ve sonra hayat hikayesini okudum .. Şimdi de sizlere biraz da onun hayat hikayesinden bahsedeceğim.
1941 yılında Newyork Staten adasında dünyaya gelmiştir. 15 yaşında gitar çalmaya başlamış ve ilk demosunu yapmıştır. Yalnız plak şirketleri beğenmemiştir. (Muhtemelen sonradan başlarını taşlara vuracaklardır J ). Boston Üniversitesi’nde Güzel Sanatlar Bölümü’nde okudu. 1960 yıllarda artık sahnedeydi ve zenci okullarında konser vermeye başladı. Joan Baez kariyerinde 8 altın plak kazanmıştır.

    Hayatı boyunca haksızlığa karşı savaşmış , sesini durmadan duyurmaya çalışmıştır. Vietnam Savaşı’na karşı çıkanları destekleyerek başlamış daha sonra ABD ‘de ve Kanada’da konuşma gezilerine çıkmıştır.
Uluslar arası Af Örgütü’ne üye olmuş ve İnsan Hakları Komitesi’ni kurmuştur. Şimdi bu kadar insanlığı düşünen , her yerde haksızlığa karşı çıkan bir sanatçının , bir sopranonun şarkılarının kötü olması mümkün müdür ? Hangi şarkısını dinlerseniz dinleyin , her şarkının içinde yaşadıklarına dair bir parça  hissettirir biz dinleyicilerine… Belki de bu yüzden bu kadar severiz Joan’ı.
   
   Joan Baez 1988 , 1989 yılları arasında İstanbul’da ve İzmir Efes’teki festivallerde konser vermiştir. Nazım Hikmet ile birlikte Türkçe şarkı söylemiştir. Tüm bunları okuyunca Joan Baez’in Türk insanlarına ne kadar sıcak olduğu anlamamız hiçte zor olmuyor.
    
     Her sevginin karşılıklı olduğunu düşünmüşümdür. Joan ile Türk insanınınki de böyle bir ilişki.  
                                                     L Sokağından Sevgilerle...
                                                         Efruze..

15 Mayıs 2014 Perşembe

13 Mayıs 2014 - SOMA

   Soma'da yaşanan maden kazasında , vefat eden işçilerimize Allah'tan rahmet , ailelerine sabır diliyoruz. Dualarımız sizlerle ..


13 Mayıs 2014 Salı

EFES'İN BÜYÜLEYİCİ GÜZELLİĞİ

Efes (Yunanca: Ἔφεσος EphesosAnadolu'nun batı kıyısında, bugünkü İzmir ilinin Selçuk ilçesi sınırları içerisinde bulunan, daha sonra önemli bir Roma kenti olan antik bir Yunan kentiydi. Klasik Yunan döneminde İyonya'nın on iki şehrinden biriydi. Kuruluşu Cilalı Taş Devri MÖ 6000 yıllarına dayanır.
İzmir Efes'in tarihi açısından baktıktan sonra şimdi gelelim yorumlarıma. Efes'e girerken İş Bankasının kredi kartı varsa eğer ücretsiz giriyorsunuz eğer yoksa öğrenciyseniz 20 lira , öğrenci değilseniz 40 lira veriyorsunuz. Bence ücret çok fazla. Çünkü 4 kişilik bir aile düşünün gitmeye kalksalar 100 liradan fazla gözden çıkarmaları gerekecek. Bu güzelliğin , bu tarihi eserin ülkemizde olmasından dolayı çok şanslı olduğumuzu  ve bu ülkenin vatandaşlarına fiyatlarının daha az olması gerektiğini düşünüyorum. Neyse , girdik içeri ve Japon turistlerle karşılaştım , o kadar kibar ve yardımsever insanlar ki keşke dillerini bilsem de sohbet edebilsem diye düşündüm :) 
Efes'in içine doğru ilerledikçe hayretler içerisinde kaldım. Düşünün ki Milattan Önce yapılmış bir şehir ve hala günümüzde sağlamlığını korumakta. O taş oymaları , yapıtları , yerlerdeki taşlar insanı hayrete düşürüyor :) Eğer İzmir'e bir gün yolunuz düşerse sakın görmeden gelmeyin diyorum :)

L Sokağından Sevgilerle ...
Efruze 



12 Mayıs 2014 Pazartesi

BİR GÜNLÜK ALAÇATI

Geçen hafta Ankara'dan İzmir'e tatile gittim. Vee tabikiiii İzmir'e gidilir de o meşhur Alaçatı'yı görmeden gelemem diye düşünüp Alaçatı'yı gezmeye gittim. Böyle tatlı mı tatlı, şirin mi şirin bir yeri görmek ilk başta heyecanlandırdı beni. O dar sokaklardaki cafeler , cafelerin dizaynı , küçük ama şirinliği, mavi ile boyalı evlerin kapıları , pencereleri resmen büyüledi beni..  Bir sürü gelin damat gördüm ve hepside mutlu mutlu düğün fotoğrafı çektiriyordu. (Laf aramızda özenmedim değil :) )  Küçük dükkanlardaki hediyelik eşyalardan bir kaç arkadaşıma hediye aldım, hediye almak beni çok mutlu ediyor hediyelerini verdiklerim de yüzlerindeki mutlu ifade benim iki kat mutlu olmamı sağlıyor :) Eğer bir gün İzmir'e yolunuz düşerse Alaçatı'nın o güzelliğini görmeden dönmeyin :)


L Sokağından Sevgilerle ... 
Efruze

4 Mayıs 2014 Pazar

ALBERT CAMUS



     ALBER CAMUS, 1913 yılında Cezayir’de dünyaya geldi. Cezayir Üniversite’sinde sürdürdüğü felsefe öğrenimini sağlık nedenleriyle yarıda bıraktı. 1938’de Paris’e gitti, ilk yapıtları Tersi ve Yüzü ve Düğün bu dönemde yayımlandı. Edebiyat dünyasına asıl girişini, 1942’de yayımlanan Yabancı adlı romanı ve Sisifos Söyleni başlıklı felsefi denemesini belirledi. Birbirini tamamlayan bu iki yapıtta, varoluşçu izler taşıyan’’saçma’’ felsefesini  geliştirdi. Başkaldıran İnsan, Yaz, Sürgün ve Krallık isimli eserleriyle hem edebiyat hem de düşünce alanlarında yetkinliğini kanıtladı. Mutlu Ölüm ve İlk adam romanları ölümünden sonra yayımlandı. 1957 ‘de Nobel  Edebiyat Ödülü’nü değer görülen ve bugün XX.yüzyıl edebiyat ve düşünce dünyasının en önemli adlarından biri kabul edilen Albert Camus, 1960 yılında bir araba kazasında yaşamını yitirdi.
    Albert Camus’nün Yabancı'sını okudum. Ve beni öyle derinden etkiledi ki ! Düşünün ki bir  adam var  herkese aynı seviyede umursamazlıkla yaklaşıyor bu öyle bir yaklaşım ki öz annesine bile ! Bu kitabı okurken ben bile yargıladım o adamı. Sen nasıl annenin cenazesinde üzülmezsin diye birde utanmadan sigara içiyorsun diye .. Gelişen olayları okudukça nasıl da yanıldığımı gördüm. Bir gün o adam, hiç aklında yokken birine 4 el ateş ediyor ve adam oracıkta ölüyor.  Sonra tabi tutuklandı. Tutuklanmasını bile önemsemedi. Mahkemeye çıkarıldı ve yargılanması adam öldürdüğü için olmadı , annesinin cenazesinde üzülmediği için yargılandı.
Şimdi düşünelim çevremizde de böyle değil midir ? Bizden farklı insanları yargılarız neden böyle ? neden bizim düşündüğümüz gibi düşünmedi ? Hatta yazının başında bile yargıladım nasıl üzülmezsin annenin cenazesinde diye..
 
     Marie evlenmek istiyordu onunla.. ve Marie hakkında düşünceleri şöyleydi…

   ‘’Akşam Marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu.’’ Bence bir , ama istersen evleniriz,’’dedim.O zaman, kendisini sevip sevmediğimi öğrenmek istedi. Bir başka zamanda söylediğim gibi, ‘’ Bunun bir anlamı yok , ama herhalde sevmiyorumdur,’’diye karşılık verdim.  ‘’ Öyleyse niçin benimle evleneceksin? ‘’ diye sordu.Bunun hiçbir önemi olmadığını, isterse evlenebileceğimizi söyledim. Zaten isteyen kendisiydi, ben sadece evet demekle yetiniyordum.O zaman Marie ‘’Evlilik ciddi bir seydir,’’ dedi. Ben de, ‘’ Değildir’’diye karşılık verdim. Bir an sustu, bana sessiz sessiz baktı. Sonra yine konuştu, ‘’Aynı biçimde bağlı olduğun bir başka kadın sana aynı öneride bulunsa kabul eder miydin, onu öğrenmek istiyorum.’’dedi.’’Elbette ederdim,’’ dedim.
   
   Şimdi düşünün  sevdiğiniz adam size böyle şeyler diyor..Ne tuhaf değil mi?
Yabancı romanında beni etkileyen şeylerden biri de: adam hapishaneye giriyor ve vakit geçirmek için düşünmeye başlıyor. Odasını düşünüyor ve şimdiye kadar fark etmediği kadar ayrıntı fark ediyor.
Her gün yaşıyoruz , her  gün aynı şeyleri  yapıyoruz. Sıkılıyoruz , bunalıyoruz , şikayet ediyoruz. Ama şöyle bir düşündüğümüzde hiçbir şeyi fark etmeden öylece yaşıyoruz.
En sonunda adam herkes gibi olmadığı için yargılanır ve idam cezasına mahkum edilir. Oradan kurtuluş yoktur işte ! O  şöyle diyordu ‘’ Aslına bakarsanız , insan ha otuzunda ölmüş ha yetmişinde, pek önemli değildi. Çünkü her iki halde de , pek doğal ki, başka erkekler de, başka kadınlar da yaşayacaklardı, hem de binlerce yıl. Şimdi de olsa, yirmi yıl sonra da olsa yine bendim ölecek olan.

   Çevrenizdeki ayrıntılara saklanmış güzellikleri  fark edin ! Eminim hayat o zaman daha güzel hale gelecektir.



Gün gelir gerçek bir şey yaşarsın.
tekdir, birdir, gerçektir, bir lahzalıktır.
yaşadıklarından farklıdır,
yaşayacaklarından da farklıdır.
sessiz ve suskun yaşarsın.
bilirsin imkânsızı ama yaşarsın işte...
zaten vakti gelmişse yaşarsın.
kimileri acı der, kimileri mutluluk,
kimileri çoğunluğumda ki yalnızlığım der.
ama sen farklı bir şey demeye çalışırsın.
sakın uğraşma!
aşık olmuşsundur sen…
çabalar boşunadır, çabaların da                                                                                                                       boşuna…. 







                            

1 Mayıs 2014 Perşembe

KATLİME FERMAN..

    
             
    Yaşamak istediklerim bunlar değildi… hayallerim vardı, yaşamak istediklerim… “daha”larım vardı, olmak istediklerim… Olması gerekenler değil! Kader yazmak istedim, kadercilik oynamak değil… “keşke”ler kurmayı hiç sevemedim…”iyi ki” lere hasret yaşadım… Ak ya da kara olmayı istedim hep! Ama grileri yaşamak düştü payıma… Hayallerimden farklı şeyler yaşasam da şükür demesini bildim. Ne de olsa gitgide alışıyordum KADERCİLİĞE…
Çevremde ki insanlara dedim ki bırakın yanlış yapayım. Anca öyle anlarım elimde olmayan doğrunun değerini. izin vermediler. Bende yanlış yapmaktan çekinmediğim için doğrunun değerini hiç mi hiç anlayamadım…
Gün geçtikçe bulunduğum konumu özümsemeye çalıştım… Gerçekten belki de kader dedim… Belki benim hikâyem de sonda olacak başta olmuştur dedim… “belkiler” çok kurunca bu sefer de; “hani benim olan hayat, nerde benim yaşamak istediklerim” dedim de duymadılar beni. Zaten dinlemiyordular da… ben yaşamak istediklerimi yapmak istiyordum, onlar ise yaşayamadıklarını yaptırmak istediler bana…
Zamanla kadercilik oynayan biri olarak bulunduğum konumu özümseyeceğim… ama yemin olsun hep hayallerini gerçekleştiren insanlara imreneceğim. Kendimi bu şehre hapsedip kendi hâkimim de, avukatım da, gardiyanım da kendim olacağım… suçum da zaten kendi hayatımı kendi yaşamak istemem olacaktır…
Ben hep “keşke”ler kuracağım… dönüp arkama baktığım da “iyi ki hayal kurmuşum diyeceğim…” ve arkam da doluca yaşanmak istenen bir boşluk bırakacağım…


30 Nisan 2014 Çarşamba

YAĞMURLU BİR AKŞAM VE 20 DAKİKALIK OTOBÜS YOLCULUĞU...




     Otobüsteyiz, her gün otobüse bineriz. İşe , okula veya gezmeye giderken. Hava yağmurlu , otobüs camları buğulu.. Oturan ve ayakta bekleyen insanlar.. Oturan kişi rahattır, koltuğunu kapmıştır, diğerlerini düşünmesine gerek yoktur. Bu yüzden buğulanan camdan sadece kendinin görebileceği alanı siler.. Ne eksik ne fazla .. Toplum olarak alışmışız zaten başkasını düşünmemeye .. Sadece ben demeye ..

HÜRREM SULTAN

     

Merhaba L Sokağı okuyucuları. Bu gün ne kadar tanıyoruz bölümüne bir önceki yazımın devamı niteliğinde ki Muhteşem bir döneminin şüphesiz en çok konuşulan bir isminden bahsetmek istiyorum. Sadece kendi dönemi ile sınırlı kalmamış tüm dönemlerde adı çokça bahsedildi. Osmanlı da kadınlar saltanatını başlatan, dünyaya hükmetmiş bir padişahın nikâhlı eşi, gözdesi, tarihin en kanlı katline fermanında etkisi büyük bir kadın… Bahsettiğim kadın Hürrem Sultandan başkası değildir.
Hani bir şarkı da geçer ya “ beni bilimle anla, felsefe ile anlat ve tarihle yargıla” diye. Biz şüphesiz ki tarihi, bilimin bize sunduğu belgelerle öğrendik. Ama onları anlamadan tarihin akışı ile yargılıyoruz. Ne kadar tanıyoruz Hürrem Sultanı? Şehzade Mustafa katlinde ki etkisi çok büyüktür. Ama onun bir anne olduğunu ya da bir kadın olduğunu unutmamak lazım. Daha 15 yaşında iken kendi yurdundan koparılıp bir saraya cariye olarak getirildiğinde içinde neler olduğunu tarih yazmıyor. Ama çocukları için girdiği mücadeleden onu anlayabiliriz. Bu mücadele çok can aldı ve hatta masum insanların canı yandı… İlk can paresi Şehzade Mehmet’i kaybettiğinde ki acıyı biliyordu Hürrem. Artık tarihin akışında ne yaptıysa bir daha o acıyı tatmamak içindi. Ama nerden bilebilirdi Şehzade Mustafa ile yaktığı fitne ateşinin bir gün onun can paresi Şehzade Beyazid’i de yakacağını. Bu katle gönlü bir türlü razı gelmeyen Şehzade Cihangir’in, Mustafa’dan sadece 21 gün sonra öleceğini bilebilir miydi? Bilemezdi… Tabi ki bunlar onu masum kılmaz. Ama onu Mekke’den İstanbul’a kadar yaptığı hayır işleriyle bilmeyiz nedense. Oysa bu da tarih belgelerinde vardır. Şimdi Hürrem Sultanın saraya gelmesinden ve ölümüne kadar geçen sürede ne yapmış bir bakalım.
Osmanlı sarayına gelene kadarki yaşamı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Lehistan Krallığı'nın sınırları içerisinde bulunan Rutenya(Ukrayna)'da 1504 yılında doğduğu rivayetler arasındadır. Tatar akıncılar tarafından 1520 tarihinde 15'li yaşlarında Rutenya'den kaçırıldığı, Kırım Hanı'nın himayesine girdikten sonra Osmanlı sarayına sunulduğu tarihçiler ve yazarlar tarafından kabul görmüş bir rivayettir. Saraya gelmeden önceki adı hakkında pek çok bilgi yaygındır. 16. Yüzyıl eserlerinde olmasa da 19.yüzyıl eserlerinde - Anastasia diye geçer. Polonyalıların geleneğinde, Aleksandra Lisowska olarak bilinir. Avrupa , Roksan diye anmıştır onu. Ama saraya her yeni gelen cariyeye verilen isim ona da verilir. Harem halkı  onu bir süre Ruşen diye çağırır ama Kanuni Sultan Süleyman ona Hürrem dedikten sonra tüm bir tarih onu öyle anacaktır.
Hürrem Sultan’ın saraya gelişi ve Kanuni ile tanışması hakkında kesin bilgiler yoktur.  Kanuni’nin Şehzadeliği sırasında veya padişahlığının ilk senesinde Harem'e girdiği düşünülür. Padişahı ilk tanıdığı gece Padişahı zekâsı, cesaretiyle öyle bir etkiler ki tüm bir ömür onu görmek ister Kanuni. Ertesi gün onu tüm saray Hürrem diye çağırır. Çünkü ona ismini 3 kıta ya hükmeden cihan padişahı vermiştir. Hürrem Farsça da gülen demek yani neşeli kişi…
 Hürrem zamanla her şeye sahip olmak için aslında tek şeye sahip olması gerektiğinin farkına varır. Sahip olması gereken tek şey Cihan Padişahının aşkıdır. Amacı aşk çölünde sultanı kendine susuz bırakmaktı. Nitekim Hürrem’in başarısını, Sultan’ın ona yazdığı şiirler de görmek mümkün. Nihayet Sultan;
“ Aşk mıdır ki boynuma takıp bela zincirini
Gezdirip Mecnun leyin âleme rüsva eyleyen.” Dizeleriyle aşkını ilan ettiğinde Kanuni ölümsüz aşk masalında âşık rolünü gönüllü üstlenmişti. Öyle ki daha ilk zamanlar da Kanunnameler de açıkça yasaklanan şeyleri bir bir Hürrem yıkıyordu. Fatih Kanunnamesinde Padişah’ın önünde kahkahalarla gülmek yasak iken zamanla Hürrem bunu yapmaktan ayrı zevk alır olmuştu. Daha sonraları ilk kez bir padişah cariyelerine özgürlük tanıyıp nikâhına alacaktı. Hürrem’in istedikleri bir bir oluyordu. Ama zamanla sarayda daha etkili olmak için Şehzadesinin olması gerektiğinin farkına varır. Hürrem Sultan saraya getirildiğinde Kanuni'nin Manisa valisi iken birlikte olduğu Mahidevran Sultan'dan “Mustafa” isimli bir oğlu vardı. Sarayın en nüfuzlu kadını padişahın annesi Ayşe Hafsa Sultan, ikinci derece nüfuzlu kadın Mahidevran Sultan idi. Hürrem, saraya girdikten sonra Kanuni ile ilişkisinden 1521’de “Şehzade Mehmet” dünyaya geldi ve böylece Hürrem Sultan saraydaki en nüfuzlu üçüncü kadın durumuna geldi. Ve art arda Selim, Bayezıd, Cihangir, Mihrimah olur. Hürrem, Kanuni olmadan bir zerre dahi olmadığının elbette farkındaydı. O zaman saltanat tahtına kendi Şehzadelerinin oturması gerekir. Ama nasıl? Büyük  Şehzade Mustafa dır. Ve olası bir durumda tahta Mustafa daha yakındır. Hem halk, asker, alimler, ve daha niceleri Mustafa’yı çok sevmektedir. O zaman tek bir kişinin sevgisini Mustafa’dan esirgeyecekti. Bu kişi tabi ki Kanuni olacaktır. Hürrem çeşitli entrikalarla Mustafa’yı, Kanuni’nin gözünden düşürmeye çalışır. Ama Mustafa, babasına öyle sadıktır ki böyle bir şey mevzuu bahis dahi olmaz. Hem haremin başına da geçmelidir ki her şey idaresi altında olsun. O zaman Mustafa ve Mahidevran Sultanı payi tahttan uzaklaştırmalıdır.
İki haseki arasındaki rekabet bir gün kavgaya dönüşmüştür. Hürrem Sultan bu kavgayı çeşitli entrikalarla lehine çevirmiştir. Pek çok yazara göre bu olaydan sonra gözden düşen Mahidevran Sultan, 1533’te Manisa valiliğine atanan oğlu veliaht Şehzade Mustafa’nın yanına gönderildi ve Hürrem Sultan, onun yerini aldı.
Hürrem Sultan'ın sarayda pozisyonu Kanuni'nin nikâhlı eşi olması ile arttı ve bu olaydan sonra Mahidevran Sultan'dan daha yüksek bir mevki sahibi oldu. Hürrem Sultan, Şehzade Cihangir’in doğumundan sonra Kanuni ile görkemli bir düğün yapılarak evlendi ve aralarında resmi nikâh kıyıldı. Kesin tarihi belli olmamakla birlikte Haziran 1534’te veya daha erken gerçekleştiği düşünülen düğün, Hürrem Sultan'ı Kanuni’nin meşru eşi yapan, Osmanlı geleneklerine aykırı düşen çok önemli ve devrimci bir hareket olarak değerlendirilir. Bu nikâh ile Hürrem Sultan, Osmanlı tarihinde padişah tarafından uzun bir süre sonra nikâhlanan ilk cariye oldu.
Mahidevran ile Hürrem Sultan arasındaki mücadelede Mahidevran Sultan'ı tuttuğu düşünülen ve oğlu üzerinde büyük nüfuzu olduğu söylenen Valide Hafsa Sultan’ın 1534 yılındaki ölümü ile Hürrem’in saraydaki etkisi daha da artmıştır ve Harem yönetimini eline almıştır. Fakat Valide Sultan'ın ölümünden sonra Mahidevran Sultan veliaht annesi olduğu ve Şehzade Mustafa'nın tahta çıkmasına kesin gözle bakıldığı için Valide Sultan'lığa hazırlanmaya başlamıştır.
Mustafa’nın en büyük destekçisi Kanuninin çocukluk arkadaşı, sırdaşı Pargalı İbrahim’dir. Ve Hürrem’e çok engeldir bu durum. Hürrem ilk olarak çeşitli entrikalarla, Pargalı İbrahim’in Kanuni’nin gözünden düşmesini sağlar. Bazı kaynaklarda bu durum da Sadrazam Pargalı İbrahim’in mal, mülk, mevki sevdası olduğunu söyler. Pargalı İbrahim’in katline ferman verilir. Bu olayda da Hürrem’in etkisi büyüktür. Şimdi kendine sadık bir köle bulma zamanıdır. Hem sadrazam olmaya yakın biri hem kendine sadık bir köle lazımdır. Böyle biri vardır. Diyarbekir valisi Rüstem Paşa ya da ünlü kehle(bit) hikâyesinin kahramanı Rüstem Paşa böyle bir tarife çok yakındır. O zamanlar da Mihrimah Sultan baştan aşağı salt bir güzelliğe bürünmüş, güzelliği dilden dile ulaşmıştır. Hürrem hemen işe koyulur ve kızını, RÜSTEM Paşa ile evlendirmeye karar verir. Hem böylece damadı Sadrazam kolaylıkla olacak hem azli kolay kolay istenemeyecekti. Böylece Padişah’ın verdiği kararları kolaylıkla yönetecekti. Ama ortalık da Rüstem Paşa’nın cüzamlı olduğu söylentileri vardı. Hürrem bunun da bir çaresine bakar. Hemen sarayda ki hekimlerden birini Diyarbekir’e gönderir, Rüstem Paşa’nın çamaşırlarını kontrol ettirir. Dönemin hekimleri cüzam teşhisinde bit kullanırdı. Cüzamlı olan kişi de bit olmazdı. Ve talih Rüstem Paşadan yana olur ve çamaşırlardan bit çıkar. Düğün dernek kurulur ve Mihrimah Sultan Rüstem Paşa ile evlendirilir. Bu olay üzerine o devirde ki bir şair adını gizleyerek şu dizeleri yazmıştır.
“olacak bir kişinin bahtı açık, talihi yar
Kehlesi dahi mahallinde onun işine yarar.”  Bu dizeler gizli gizli okunup açık açık gülünür olmuştur. Yeni damat Rüstem, tıpkı İbrahim gibi servet ve saltanat hırsıyla yanıyor, vicdanında ki doğrulukla parlayan engelleri(!) bir bir siliyordu. Ne var ki İbrahim zorla kul olabiliyordu; Rüstem ise kul olmaya gönüllüydü. İbrahim bir gözdeydi, Rüstem ise köle. İbrahim tarih için yaratılmış gibiydi.(Babilde Ölüm İstanbul da Aşk- İskender Pala)
Her şey istediği gibi giden Hürrem sadece harem de değil devlet işlerin de iyice etkili olmuştur. Mustafa’nın en büyük destekçisini bertaraf etmiştir. Ama yeterli değildi. Mustafa kıskanılacak derece de çok seviliyordu.
Şehzade Mustafa hayatta iken onun haricinde sarayda üç şehzade daha vardır. Şehzade Selim, Bayezıd, ve Cihangir. Hürrem Sultan’ın ve Rüstem Paşa’nın meyli Şehzade Bayezid’e; Askerler, âlimler, halk veSadrazam İbrahim Paşa’nın meyli ise Şehzade Mustafa’ya idi. Harem halkının meyli ise sancağa çıkmayan Şehzade Cihangir’eydi. Yani Selim kimsenin aklına dahi gelmiyordu. Zira kendi sancağında etrafında toplanan musahiplerle eğlenceli bir hayat sürüyor devlet işleri sorulduğunda”bakalım Mevla neyler” diye lakayt geçiyordu. .(Şehzade Mehmet çok genç yaşta ölmüştür. Bazı kaynaklar o hayatta iken Kanuni’nin onu saltanatın başına getirmek istediğini ve Padişahlıktan geçen Manisa Sancağına dahi onu getirdiğini yazar).
Ancak Hürrem Sultanın Bayezıd, Cihangir ve Selim’in annesi olması, Mustafa’nın halk arasında çok sevilmesi fitne ateşini yakıyordu. Bu durumu kendi lehine çeviren Hürrem Sultan çeşitli zamanlarda Kanuni’yi kışkırtmaktan çekinmemiştir. Bu söylentileri dikkate almayan Kanuni’ye artık somut deliller sunma zamanı gelir. Söylentilere karşı bir defasında Kanuni;” hâşâ Mustafa Han’ım böyle bir küstahlığa cüret ede. Bazı müsfidler kendi arzularını mülk ve saltanat ona kalmasun diye iftira ederler.” Diye sert çıkmıştır. Bu durumda fitne ateşini iyice körükleyen Sadrazam Rüstem Paşa, Mihrimah Sultan ve Hürrem Sultan aralarında bir plan yaparlar. Sahte mektup yazmadaki başarısını gösteren Hürrem Sultan, Mustafa’nın; İran şahı Tahmasb ile iş birliği içinde olduğunu, Kanuni yi devireceğini inandırdı. Hatta 3.iran seferi için Mustafa orduya yardım amaçlı 30.000 kişilik ordu ile Konya Ereğlisi’ne geliyordu. Ama bu padişaha isyan hazırlığında gibi sezdirildi. Kötü emeller amacına ulaşmış ve maalesef Şeyhülislam Ebusuud Efendi’den usulüne uygun alınmayan fetva ile çağın en acılı ve haksız idamı gerçekleşmiştir. Şehzade Mustafa babası ile görüşmek için girdiği çadırda yedi dilsiz cellât tarafından boğdurularak öldürülür. Suçu devlete isyan suçundandır. Oysa deliller yanlış şahitler yalancıdır.
Her ne kadar idam kararı usulüne uygun uydurulmuşsa da bu hadiseyle,  memleket içinde büyük sıkıntılar yaşanmıştır. Bu katle gönlü bir türlü razı olmayan Şehzade Cihangir aynı yıl üzüntüsünden ölmüştür. Ve halk ciddi anlamda bu durumdan rahatsız olmuş ve Sadrazam İbrahim Paşa’nın azli istenmiş ve azledilmiştir.
Hürrem hepten istediklerine iyice yaklaşmıştır. Zira tahta kendi çocuklarına yakın başka biri yoktur. Her durumda saltanat tahtına kendi çocuklarından biri oturacaktır. Ama hangisi?
Bu seferde Lala Mustafa Paşa kendi şahsi menfaatleri yüzünden iki öz kardeş Şehzade Bayezıd ve Şehzade Selim’in arasını açar. Maalesef bazı kışkırtmalara aldanan Bayezıd, Padişah’ın emriyle üzerine gelen ordu ile Konya yakınlarda karşı karşıya gelen Bayezıd mağlup olmuş ve İran’ın başkenti Kazvin’e sığınmış ve asi hale gelmiştir. Ve bazı dedikodular yüzünden şah, Şehzadeyi Padişah’a teslim etmiş ve Bayezıd ile dört oğlu idam edilmiştir. İdam fetvasını veren Ebusuud Efendi’dir ve bu fetva da herhangi bir aykırılık bulunmamaktadır. Suçu devlete isyandandır ve deliller ortadadır.
Kendi kazdığı kuyuya kendi düşmüştür Hürrem. Mustafa’ya İran Şahı ile işbirliği izlenimi vermiştir oysa çok geçmeden kendi şehzadesi bunu yapmıştır. Ve yine gariptir Konya ‘ da öldürülen Mustafa gibi Bayezıd da Konya’da öldürülür.
Gelip geçer, buna dünya derler. Herkes gibi Hürrem de bütün ihtişamı ve yalnızlığıyla, bütün hüzün ve sevinciyle, bütün beyazları ve karanlığıyla dünyaya 15 Nisan 1558’de İstanbul’da veda etti. Muhteşem Sultan kendi gibi muhteşem kadın Hürrem’i de kendi ecnebiliği ve bütün aykırılığına rağmen Süleymaniye tesisinin bir parçası saydı ve oraya gömdü. Osmanlı’nın en dirayetli kadın Sultan’ı son nefesini verirken hem kaçmak istediği hem yakalanmak istediği Kanun Koyucunun yanına gömülür. Hem de araların da biten gülün kokusu her ikisine yetecek kadar yakınına. Ama yine yapayalnızdı Hürrem… Çünkü öyle yapmıştı Koca Sinan mezarını.
Zordu Hürrem olmak. Tarihin akışında her şeyi çocukları için yapmıştı. Oysa onlar teker teker yalnız bırakacaktı Hürrem’i. Çok istediği Valide Sultan olamamıştır. Şimdi ise ebedi bir uykuya dalacaktı Hürrem.
Tüm bunlarla beraber İstanbul’dan Mekke’ye kadar birçok hayır işi yapmıştır Hürrem. O dönem de konumlarına göre belli bir maaş verilirdi kadınlara. Böylece kendi mal, mülkleri olurdu. Bunlar üzerindeki tasarruf hakkı yine onlara aitti. Hürrem de bu mal mülkü ile çeşitli hayır işleri yapmıştır. Bunlardan bir kaçını sayarsak:
Hürrem Sultan tarafından yaptırılan Sultanahmet Meydanı'nda ki Haseki Hürrem Sultan Hamamı, İstanbul
Hürrem Sultan İstanbul'da günümüzde onun adıyla anılan Haseki semtinde, Mimar Sinan'a Haseki Külliyesini yaptırmıştır. 1538-1550 yılları arasında inşaatı tamamlanan külliyenin içinde bir hamam, medrese ve hastane bulunmaktadır; onun ilk ve en önemli hayratlarındandır.
Günümüzde T.C. Sağlık Bakanlığı Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi olarak tanınan bu hastane Türkiye'de kesintisiz hizmet vermekte olan en eski hastane olma özelliğini taşır.
Hürrem Sultan ayrıca Ayasofya Camii civarında yardıma muhtaç ve fakirlerin karnını doyurmak için bir mutfak yaptırtmıştır.
Kâbe’de, Şam’da, Bağdat’ta, Konya’da, Kudüs’te, Edirne’de Hürrem Sultan adına çeşitli eserler yapılmıştır.


22 Nisan 2014 Salı

IN TIME ( ZAMANA KARŞI )





          
         2011 yılında Türkiye’de vizyona girmiş bir Amerikan yapımıdır. Yönetmeni Andrew Niccol ‘ dür. Başrollerini çoğumuzun yakından tanıdığı Justin Timberlake ve sinemada bir çok filmde yer alan ayrıca modellik de yapmış Amanda  Seyfried ‘dir.

            Bu filmi şimdiye kadar hiç duymamıştım( nasıl duymadığımı anlamadım ). Bir arkadaşım geçen akşam bize geldi,  film izlemeye karar verdik ve bu filmi söyledi. Kendisi  10 defa izlemiş biri olaraktan benim bilmediğimi görünce hayretlere düştü. Madem bu kadar övüyorsun hadi izleyelim dedim.


            Ve filmi izleyeme başladık. Beni en başında konusuyla şaşırtan bir film oldu. Gerçek dünyadan alışkın olduğumuz para ve paranın verdiği güç yoktu. Sadece zaman vardı. Zamanla yaşıyorlardı. İşte çalıştıktan sonra maaşlarını zaman olarak alıyorlar. Otobüse bindiklerinde zamanlarıyla ödüyorlar. Hatta bankadan para kredisi yerine zaman alıyorlardı. Hem de faizli
 . Ülkenin bir tarafı günlük çalışmayla hayatlarını sürdürüyorlardı. Çünkü günlük çalıştığı kadar zaman veriliyordu. Çalışmama gibi bir lüksleri  yoktu çünkü zamanlarının sıfırlanması demek ölmeleri anlamına gelmekteydi. Ülkenin diğer bir tarafı ise zengindi. Zenginlikleri zamanlarının hiç bitmeyecek kadar olmasıydı. Kumarları bile zamanla oynuyorlardı. Başrol oyuncumuzun Justin’in filmde kı adı Will Salas. Filmin en etkilendiğim sahnelerinden biri ise Will’in annesinin koşarken(Will’den saat alıp yaşamak için koşuyordu) saniyelerle yarışması ve saniyesinin yetmediği için Will’in kollarında ölmesiydi. Bu sahneyi izledikten sonra hayatımda ne kadar çok zamanımın olduğunu ancak bu zamanımı ne kadar boş kullandığımı fark ettim. Eminim sizde izledikten sonra böyle düşüneceksinizdir. Amanda’nın filmde ki adı Sylvia Weis’tir. Zaman demek güç demekti ya. Sylvia’nın babası çok güçlüdür zengindir çünkü hiç bitmeyecek bir zamana sahiptir. Ancak Slyvia için öz kızı için zamanından bir saniye bile vazgeçmez. Sylvia ‘da babasına çok sinirlenir ve babasının bankasını 6 defa soyar. Soyduğu zamanları da sadece günlük çalışarak yaşamaya çalışan kesime verir. Artık ağır koşullarda çalışmaya mahkum değillerdir. Will zamanın o kadar kıymetli olduğu yaşamda yine de zor bir durumda olan birisine , hem de kendisinin öldürmeye çalışan birisine, ölmemesi için zamanından verir. Burada bence yönetmen hangi koşulda olursa olsun insanlığın ölmediğini göstermiştir.

      
          Film ile ilgili benden bu kadar. İzlemeyenler için şiddetle tavsiye ediyorum. İzleyenler için ise görüşlerini bekliyorum.