31 Mart 2014 Pazartesi

Sabahattin Ali - Kuyucaklı Yusuf

 


  Türk edebiyatının yüksek kuleleri vardır ve o kuleleri oluşturan, ayakta tutan dayanıklı yapı taşlarıdır. Edebiyatımızda da Sabahattin Ali yüksek kulelerden biridir şüphesiz. Yapıtları ise dayanıklı yapı taşlarındandır. Çizdiği farklı karakter ve olay örgüleri, anlatımının yalınlığı, betimlemelerde ki profesyonelliği onu farklı kılmıştır muhakkak ki. Ama Sabahattin Ali döneminin birçok yapıtından farklı olarak taşra ve taşranın sorunlarına ağırlık vermiştir. Diğer romancılarımız gibi gündelik yaşama, yerel sorunlara duyarlıdır ama Anadolu’nun geçirmek de olduğu toplumsal -kültürel değişim -dönüşüm dolasıyla doğu-batı sorunlarına daha da duyarlıdır.
     Kuyucaklı Yusuf’un yayım yılı 1937.O güne kadar öykücü bilinen yazarın ilk romanıdır. Ve yazar daha ilk satırlarda öyle bir karakter çizer ki tüm roman boyunca şimdi ne olacak yerine Yusuf ne düşünüyor, Yusuf şimdi ne yapacak demekten kendimizi alıkoyamayız. Yusuf için küçüklüğünde yaşadığı gördüğü şeylerden dolayı böyle biri ya da şöyledir demeye kalkışsak bile daha ilk satırlarda bunu yalanlar gibi Yusuf… Çünkü daha 9-10 yaşlarında bir çocuktur anne babası gözlerinin önünde öldürüldüğünde… Ne bunları anlayamayacak kadar küçüktür ne olanları soğukkanlılık ile karşılayacak kadar büyük... Ama daha ilk sayfalarda ben buyum der gibidir. Anne babası gözlerinin önünde öldürülür, korkup bir kenara çekilmek bir yana Jandarmayı çağırır. Onlar gelene kadar korkmaz anne babasının başında bekler.Öyle ya onlar anne babasıydı Yusuf’un ne zararı olabilirdi ki Yusuf’a…parmağı kopmuştur olsun bir parmak değil midir  Yusuf için..dedik ya farklıdır Yusuf…
Kaymakam Selahattin Bey evlatlık edinir Yusuf’u. kızından ayırt etmez Yusuf’u. Ama içten içe yerleşir Yusuf’a yetimlik. Zamanla iletişime girmediği, konuşmadığı için doğrudan belirlemelerde ya da isteklerde de bulunamaz. Doğru bildikleri vardır. Ama bunları ne baba Selahattin, anne Şahinde ne yıllarca arkadaşlık yaptığı arkadaşları bilebilir. Hatta çok sevdiği karısı Muazzez bile bilemez. Yusuf öyledir çünkü… Duygularını, düşüncelerini dile getiremediği için çok sevdiği Muazzezi de olayların zorlaması ile kaçırıp evlenir. Ama hep dillendiremediği şeyler vardır. Oysa şimdi evlenmiştir. Artık Muazzez için bir şeyler yapmalıydı. İlk olarak babasının koyduğu işte çalışır. Bir süre sonra babası ölünce iyiden iye zor duruma düşer. Daha doğrusu kapanmayan konular vardır. Mesela Fabrikatör Hilmi beyin oğlu Şakir’in bitmemiş öfkesi vardır. Ve yeni gelen kaymakam ile işbirliği içindedir Şakir. Öyle ki babasının ölümünün hemen ardından başka bir bölüme atanır Yusuf. Ve uzun zaman evinden, karısı Muazzezden ayrı kalır Yusuf. Bu ayrılıkları ilk zamanlar Yusuf’u beklemek ile geçirir Muazzez zamanla annesi Şahinde’nin eğlence gecelerine de katılır. Ve şimdi tam zamanıdır. Zira Yusuf’tan yediği dayağın intikamını almaya and içmiştir Şahin. Muazzezin Şahinde’nin eğlence gecelerine katılması Şahin’in işini kolaylaştırır. Romanda muazzezin eğlence gecelerinde kucaktan kucağa oturması şöyle tasvir edilir:
    “şahinin bu anda hâkim olan his, Muazzeze karşı duyduğu istek değil, Yusuf’a karşı duyduğu kindi. Bir kere başkasının olan bu kızı nasıl olsa elinde farz ediyor, fakat onun kucaktan kucağa dolaşmasının Yusuf için ne acı talih olduğunu düşünerek gülüyordu. İşte, eninde sonunda bu yabanın Yusuf’undan yediği yumruğun acısını çıkarmıştı. Bu kıza bir zamanlar yan bakmasına müsaade edilmemişli ve bugün onu saatlerce hırpalıyor, kucağına alıyordu. Hatta bu kızın ortaya düştüğünü de görecekti.”
    Bu yaptıklarından pişman olan, Yusuf ‘a her şeyi anlatmayı deneyen Muazzez bunun imkânsızlığı içinde gitgide alışıyordur bu hayata. Romanda muazzezin bu hali şöyle betimlenir:
“şimdi akşam olmasını, sofranın kurulmasını yahut bir yere gitmelerini biraz isteyerek bekliyor, rakı kadehlerini daha az yüz buruşturarak içiyor ve koluna gümüş bir bilezik takan bir erkeğin kucağına oturmaktan eskisi kadar nefret etmiyordu.”
İlk zamanlar masum birkaç gece katıldığı eğlencelerde sınırı aşmıştır muazzez. Eskisi kadar tepkili de değildir hem. Sadece Yusuf’un tepkisinden korkar olmuştur. Yusuf yoğun geçen yolculuklarından döndüğünde yorgunluktan bazı şeyleri fark etmez olmuş ve evinin geçimini sağladığını düşündüğü için şimdilerde daha çok çalışır. Ama iyiden iye etrafındakilerin tavırları Yusuf’u işkillendirir. Bir de o sabah işten döndüğün de neydi muazzezin o hali? Romandan o satırlar:
“muazzezin yüzü yağlı yağlı parlıyordu. Saçları pösteki gibi dolaşmış ve yar yer terli yüzüne yapışmıştı. Burun delikleri genişlemiş gibi duruyor ve kanatları oynuyordu. Ağzı sırıtmaya benzer yarı açılmıştı. Gözlerinin etrafı çürük ve yorgundu. Kaşları hafif çatılmıştı. Fakat Yusuf’u asıl korkutan, bu çehrenin kirli sarıya benzeyen rengiydi. Yanaklarının eskisi gibi pembeliği kalmamıştı. Dudakları kabuk kabuktu. Kaşlarının çatıklığı ile garip bir tezat oluşturan bu gülüş, Yusuf’a tamamen yabancı geldi. Daha çok eğildi, fakat muazzezin ağzından yayılan bu koku onu geri itti.”
    Muazzez'in bu hali, etrafındakilerinin sözleri Yusuf’u iyiden iye işkillendirir. Ve olanların ya da olacakların anne Şahinde’nin sorumluluğunun altında olduğunu, olmuş ve olabilecek hiçbir şeyden muazzezin sorumluluğu olmadığını sert bir şekilde anlatır anne Şahinde ye. Ama Şahinde onu dikkate almaz.

Yine böyle bir eğlence gecelerinde birinde Yusuf eve döner gördükleri karşısında şaşkındır. Uzun zamandır kaçtığı gerçek ile yüz yüzedir. Muazzez başkalarının kucağında sarhoş bir şekilde direnmeye çalışıyor, Yüzünde ki zafer sevinci ile duran Şahin olanları izliyor. Yusuf ile Şahin birbirine ateş ederler. Ortam karanlık olduğu için kimin kime ateş ettiğini görülmemiştir. Yusuf muazzezi alıp buralardan gitmek ister. Uzun bir yolculuktan sonra dinlenmek için durduklarında Yusuf gözlerine inanamaz. Muazzez evdeki çatışma esnasında yaralanmıştır. Yusuf, muazzezin boğazına yakın yarasına diker gözlerini ve belki yarım saat boyunca hiç kıpırdamadan ona bakar. Ne yazık ki bu sürede Yusuf’un ne düşündüğünü de bilmiyoruz. Sonra heybesinden çıkardığı bıçakla toprağı kazmaya başlar. Muazzezin cansız bedenini koyar, üstüne topak atar elleriyle. Ve matemini söylemeden tek başına yüklenir acısını ve yeni bir hayata doğru… Bir kaçışla başlayan aşk yine kaçışla sona erer. Ve yine bir ölümle başlayan yeni bir hayat Yusuf için yine bir ölümle kendini tazeler…

23 Mart 2014 Pazar

Sabahattin Ali - Kürk Mantolu Madonna

     
       Bugünkü blog konuğumuz Sabahattin Ali. Sizlere ilk önce edebiyatımızdaki bu değerli yazarımızdan biraz bahsetmek, daha sonra da beni derinden etkileyen Kürk Mantolu Madonna’sından bahsetmek istiyorum.
             Sabahaittin Ali 25 Şubat 1907’de Gümülcine’de doğdu, 2 Nisan 1948’de Kırklareli’nde öldü. İstanbul İlköğretmen Okulu’nu bitiren Sabahattin Ali, Yozgat’ta bir yıl öğretmenlikten sonra,1928 yılında Miili Eğitim Bakanlığı’nca Almanya’ya gönderildi. 1930’da döndükten sonra Aydın, Konya ve Ankara ortaokullarında Almanca öğretmenliği, Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü’nde memurluk vee Devlet konservatuarı’nda dramaturgluk yaptı. 1945’te Bakanlık emrine alındı, İstanbul’da Markopaşa adlı mizah gazetesini çıkardı. 1948’de bir yazısı yüzünden tutuklandı, 3 ay kadar hapis yattı. Sürekli izlendiği için yurtdışına kaçmak istedi, ancak Kırklareli dolaylarında bir kaçakçı tarafından öldürüldüğü iddia edildi.
    ESERLERİ
ŞİİR:
Dağlar ve Rüzgâr (1934)
Değirmen Dağlar ve Rüzgâr (1965)
Dağlar ve Rüzgâr, Kurbağaların Serenadı, Öteki Şiirler (1988) tüm şiirleri
ROMAN:
Kuyucaklı Yusuf (1837-1988)
İçimizdeki Şeytan (1940-1982)
Kürk Mantolu Madonna (1943-1988)
ÖYKÜ:
Değirmen (1935)
Kağnı (1936-1983)
Ses (1927-1972)
Yeni Dünya (1943-1982)
Sırça Köşk (1980)
OYUN:
Esirler (tefrika 1936, basım 1966)
       Sabahattin Ali’nin talihsizliklerden örülü yaşamı, gizemli yönleri hala tam aydınlatılamamış trajik ölümü, sanatçı ruhunun tutkulu derinlikleri ile ülke gerçeklikleri karşısındaki toplumsal bilinci arasında kimi zaman kurabildiği uyumlu denge, kimi zaman da bireyin iç dünyasına eğilen şikayetçi, karamsar ve melankolik bir ruhun patlamaları şeklinde kendini gösteren iç derinliği, onu modern edebiyatımızda kolayca etiketlendirilemeyecek öncü yazarlardan biri olarak, çeşitli yönleriyle bugün yeniden, yeni bir edebiyat merceği altında incelemeye değer kılmaktadır.
     Böyle bir girişten sonra yazımın da en başında dediğim gibi beni çok etkileyen Kürk Mantolu Madonna’sından bahsetmek istiyorum.
      
        O Kürk Mantolu Madonna’ydı onun için. Babasının yolladığı Almanya’da resim sergisinde tanıdı onu. Sadece bir portreydi. Baktı baktı doyamadı. Günlerce resim sergisini ziyaret edip, sadece bir resmin karşısında seyre daldı. Aşık olmuştu bir kere ! Öyle bir tutulmuştu ki resme yanına gelen gerçek Kürk Mantolu Madonna’sının farkına bile varamadı.  Hep hayalini kurdu o kadının .. Ve bir gün gece yarısı sokakta gördü onu. Sadece bir andı ! O olup olmadığını anlamak için ertesi gece aynı sokağa tekrar geldi. Onunki sadece bir umuttu. Sokaktan yine bir kadın geçiyordu, o olup olmadığını anlayamadı takip etmeye başladı kafasındaki düşüncelerle.. Çünkü kadının kürkü aynı Kürk Mantolu Madonna’nın kürkü gibiydi.. Evet takip etti ve buldu hayalindeki kadını. Sonra tanıştılar. Asıl adı Maria Puder’di. Birlikte uzun uzun vakit geçirmeye başladılar. Her şey çok güzel giderken Madonna’sı bir gün artık yapamayacağını söyledi. Ve onun için hayat durdu sanki .. Günler  geçtikçe içindeki dayanılmaz boşluk artmaya başladı. Artık dayanamayacağını anladığında Madonna’sının kapısını çaldı ve hastaneye kaldırıldığını öğrendi. Hastaneye gittiğinde, Madonna sadece bir kez gülümsedi. Ancak o, gülümsemenin Raif’e neler hissettirdiğinin farkında bile değildi. Hastaneden eve geldikleri günlerde Madonna’sının her bakımını yaptı. Madonna artık inandı Raif’in sevgisine aşkına ..
      Ve bir gün haber geldi. Raif’in babası vefat etmiş ve Raif’i Türkiye’ye çağırmaktaydılar. Madonna Raif’ten önce terk etti Almanya’yı ve en son sözü ‘Şimdi ben gidiyorum. Nereye çağırırsan gelirim’idi.
      Raif Türkiye’ye döndüğünde az bir zaman mektuplaştılar. Daha sonra Raif, Madonna’dan hiçbir haber alamadı. Kafasında başkasını bulduğu gibi düşünceler geçti  on yıl boyunca. Ancak tesadüfen on yıl sonra karşılaştığı bir ahbabından Madonnası’nın vefat ettiğini öğrendi.  Bunca zaman Madonna’sına düşünceleriyle ihanet ettiğini düşündü ve çok üzüldü
     Bir gün Raif Bey efendi de vefat etti. Aşkını , sevgisini de kendiyle beraber götürdü.

Kitaptan bazı alıntılar:
     
   ‘’Bu portrede ne vardı?.. Bunu izah edemeyeceğimi biliyorum; yalnız, o zamana kadar hiçbir kadında görmediğim garip, biraz vahşi, biraz mağrur ve çok kuvvetli bir ifade vardı.’’

    ‘’Bu oydu. Bir an kadar gördüğüm yüzü, sisli kafamda bir şimşek gibi çakmıştı. Bu, yabankedisi kürkünün içinde, soluk yüzü, siyah gözleri ve uzunca burnu ile, sergide gördüğüm resmin ta kendisi,’’Kürk Mantolu Madonna’’ydı.’’

    ‘’ Eski bir dosta güler gibi güldü… 

                                               …Hayatımda hiç bu kadar mesut olduğumu, içimin bu kadar genişlediğini hatırlamıyordum. Bir insanın diğer bir insanı , hemen hemen hiçbir şey yapmadan, bu kadar mesut etmesi nasıl mümkün oluyordu? ‘’

13 Mart 2014 Perşembe

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN HAN

     

     
       Bu günkü “Ne Kadar Tanıyoruz?” bölümümüze tarihin konuştuğu bir ismi değil, tarihe adlarını altın harflerle yazdıran bir dönemden ve o dönemde yaşayan en büyük isimleri yazmak istiyorum…
     Bazen yabancı bir yazarın hiç görmediği bir dönemle ilgili çizdiklerinden çıkarımlar yaptık. Bazen geçmişine yabancılaşan yazarlarımızın ya da senaristlerimizin  yazdıkları ile sorguladık onları… Peki, ne kadar tanıdık onları? Ne kadar hak ettikleri değeri verdik onlara? Bu yazıda güvenirliğine inandığım yazarların, kitaplarından aldığım bilgileri sorgulayarak ve en önemlisi akıl süzgecinden geçirip öyle aldım elime, kâğıdı ve kalemi…
Ve şimdi bir devir düşünün:
Padişahına; Batı dünyasının Le Manifilue(Muhteşem) dediğine ya da en tehlikeli düşmanlarının bile onun adının önüne Grand(Büyük) koyduğunu…
Padişah dedik de 13 tane büyük gazaya fiilen iştirak etmesi sebebi ile GAZİ denmesini de unutmamak gerek...
Ve eli kılıç kadar kalem tutan; şairlik mahlası MUHİBBİ
Fatih’in hazırladığı teşkilat kanunlarını geliştirdiği ve uyguladığı için KANUNİ
Yani tarihin andığı KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN HAN…
SADRAZAMLAR’INDAN; Piri Mehmet Paşa, Sokullu Mehmet Paşa ve Lütfi paşa…
ŞEYHÜLİSLAMLARDAN; Zembilli Ali Efendi, Çivi zade ve özellikle de Ebusuud Efendi…
MİMARBAŞI’SI; dehasını İstanbul’a çizen, Birleşmiş Milletlerin 1988 yılını “Mimar Sinan yılı” ilan ettiği Koca Sinan’dan başkası değildir…
ŞAİRLERDEN; Fuzuli, Baki, Pir Sultan Abdal, Bağdatlı Ruhi... Fuzuli ki meşhur Şikâyetnamesini maaşının gecikmesi ile yazmıştır…
Ve dönemin Kaptanı Deryası Barbaros Hayrettin Paşa.
Donanması ki Batılı gezginlerin Osmanlı Devleti ordusu için “Cıva gibi akıcı ve yakıcı ordu…” dediği yeniçeriler…
     Ve devlet işlerin de söz sahibi niceleri... Sahi devlet yönetiminde söz sahibi dedik de yaklaşık yüzyıl sürecek olan Osmanlı Devlet yönetiminde kadınlar saltanatının başlangıcı da olur bu dönem. Kanuni’nin nikâhlı eşHürrem Haseki Sultan ile başlayıp; 3.Murat’ın validesi Nurbanu Sultan ve onun gelini ,(Osmanlı Devletinde devlet işlerine en çok müdahale eden sultan)3.Mehmet’in annesi Safiye Valide Sultan ve Osmanlının en namdar kadını olarak bilinen Kösem Sultan ile devam eder bu… Ta ki Sultan İbrahim devrine kadar… Sultan İbrahim’in eşi Hatice Turhan Sultanın çabaları ile kadın efendiler dönemi sona ermiştir… Şunu belirtmek de fayda görüyorum ki Turhan Sultan, Haremi Hümayun da, kadınların asla siyasete karışmamaları gerektiği terbiyesini öyle kurdu ki, Osmanlı saltanatının sonuna kadar bu devam etti. Bu süratle Hürrem-Safiye-Kösem  Sultan üçlüsünün başlattığı kötü dönem kapanmış olur… Özellikle bu dönemde Hürrem sultanın  Şehzade Mustafa’nın katli, Sadrazam Pargalı İbrahim Paşanın katli gibi çok önemli konularda etkisi azımsanmayacak kadar çoktur. (Bu konu Hürrem Sultanın hayatın da ele alınacaktır.)
Şimdi tarihe adlarını altın harflerle yazdıran bu isimleri yakından tanıma zamanı. Evvela üç kıtaya hükmeden Kanuni Sultan Süleyman ile başlamak daha doğru olur herhalde.
    Kanuni Sultan Süleyman, 1494 yılından Ayşe Hafsa Sultandan, Trabzon’da doğmuştur.1920’ye kadar Bolu’da, Amasya’da, Saruhan’da sancak beyliğini yapmış ve babasına, amcalarıyla olan mücadelesinde yardımcı olmuştur.1920 yılında babasının vefatı ile 30 Eylül 1920 de, tahttı hak edecek başka biri olmadığından kolayca tahta çıkmıştır. Genç padişah 46 yıllık hükümdarlık hayatına 13 sefer sığdırmış ve bu seferlerin hepsine fiili olarak katılmıştır. Bu seferlerle Yavuz döneminde 6,5 milyon km2 olan Osmanlı toprakları Kanuni ile 15 milyon km2’ ye yükselmiştir.
       Kanuni Sultan Süleyman hem büyük bir asker, hem kudretli bir idareci hem de eşine ender rastlanan bir devlet teşkilatçısıydı. Bunu siyasi, kültürel, sosyal, adli kısaca her çeşit yapılandırmada görebiliriz.
Peki, 3 kıt’a 7 iklime hükmeden, bir sözü için seferler düzenlenen yine bir sözü ile savaşları kesen biri, sizce iç dünyasında neler yaşamıştı… Ben Kanuniyi biraz da böyle tanımak ve tanıtmak istiyorum.46 YIL Cihat için Cihana hükmeden Kanuni, bu yarım asırlık dönemde sevdiklerinin ölümü ile sınanmıştı hep… Onu en önce terk eden validesi Ayşe Hafsa Sultan olacaktır. Zordu, bir zamanlar kendinden bile koruduğu Pargalı İbrahim’i, çocukluk arkadaşını, yoldaşının ölüm kararını vermesi… Belki de en zoru, yaşarken 8 oğlundan yedisini ebediyete uğurlamasıydı. En sonunda Hürrem ‘ine veda etti. Yani gülen yüzüne, sevdiğine… Artık onu saltanatın zirvedeki yalnızlığından alana kadını, tekliğine çoğulluk katan kadını, onu başkalarının yakıştırdığı yarı tanrılık rolünden insanlığa indirdiği kadını kaybetmişti Kanuni… Mevsim Kanuni için belki de hep hazan olacaktı…
      İlk eşi kaynaklarda adı tam olarak bilinmiyor fakat bazı tarihçiler Fülane Hatun olarak ele almışlar. Saruhan Sancak Beyi iken Fülane Hatundan Şehzade Mahmut  dünyaya gelir ve çok küçük yaşta ölür. Kanuninin kaynaklarda adları açıkça geçen üç eşi vardır… Gülfem hatun, Mahidevran Sultan ve Hürrem Sultan…
Gülfem hatun, Şehzade Murat’ın annesidir. Ne yazık ki o da küçük yaşta ölmüştür.
Mahidevran Sultan; Şehzade Mustafa’nın, Raziye Sultanın, Şehzade Ahmet’in annesidir. Mahidevran Sultanı, Hürrem Sultan ile evlatları için girdikleri taht mücadelesinden tanıyoruz.
     Şehzade Mustafa; Saruhan, Amasya, Konya sancak beyliğinde bulunmuş; asker, halk ve devletin ileri gelenlerince çok sevilip ileri de Padişah gözüyle bakılan bir Şehzadedir. Fakat Hürrem Sultanın çabaları neticesinde babasının tahtına göz dikmekle suçlanmış. Katline Ferman verilmiştir. Fetvayı veren Ebusuud Efendidir. Bu fetva bile kamufleli bir  şekilde alınmıştır. Kendisine isyan edeceğini düşünen Kanuni fetva’yı Ebusuud Efendiden; zengin bir efendinin kendisine isyan hazırlığında bulunan bir çalışanı için ne yapması gerektiği konusunda sorusu ile almıştır. Nahçıvan seferine giderken Osmanlı ordusunun Konya da konakladığı sırada Padişah otağında 7 dilsiz cellat tarafından boğdurulmuştur. Katli devlete isyan suçundandır fakat deliller ve şahitler gerçeği yansıtmamıştır… Böylece Osmanlının en acı, en haksız idamı gerçekleşmiştir.(Bu konu bir sonraki Şehzade Mustafa yazısında ele alınacaktır.)
Hürrem Sultanın ise Kanuninin sancak beyliği ya da tahta çıkışından sonra hareme girdiği söylenir. Şehzade Mehmet, Abdullah, Selim, Beyazıt, cihangir ve Mihrimah Sultanın annesidir. Devlet konularında oldukça etkili bir sultandır.
Şehzade Abdullah, küçük  yaşta ölür.
Şehzade Mehmet;  Kanuni onu apayrı sever, eğitimi ve gelişimi ile ayrı ilgilenirdi. Ve gelişen İmparatorluğu ilerde onun yönetmesini istiyordu. Öyle ki Sultanlığa giden basamak olan Manisa Valiliğine 22 yaşında ki  Şehzade Mehmet’i atamıştı. Oysa  Şehzade Mehmet, Kanuni seferdeyken çiçek hastalığından ölür. Yıldırım hızı ile seferden gelen Kanuninin  şehzadenin tabutunda 2 saat ağladığı söylenir. Hatta  Şehri İstanbul’un 2 gün yas tuttuğu anlatılan hikâyeler arasındadır. Kanuni oğlunun hatırası içi Mimar Sinan’a onu adına cami ve medrese yaptırır. Hazan mevsimi kendini iyiden iye hissettirir…
Şehzade Beyazıt; Fıtratı gereği asi ve sert bir karaktere sahip olduğu söylenir. Hürrem Sultan’ın ölümünden sonra kardeşi Selim ile taht kavgalarına girer. Kanuninin Selimi desteklemesi ile İran’a kaçar. Kazvin’e sığınır. Sonunda Şah, Beyazıt’ı Kanuniye teslim eder. İdam fetvası verilir, fetvayı veren Ebusuud Efendidir. Ve bu fetva da aykırılık yoktur. Katli tamamen devlet suçundandır.
Şehzade Cihangir;  ruhen duygusal bir karaktere, fiziksel olarak da zayıf bir yapıya sahipti. Doğuştan kamburu olduğu için Kanuni ona ”dünyayı sırtında taşıyan” anlamına gelen Cihangir  ismini vermiştir. Şehzade Mustafa’nın ölümünden derin yaralar olan Şehzade, kendine bir daha gelememiştir. Halep de babasının kollarında ölmüştür. Abisi Mehmet’in yanına defnedilmiştir.
     Çok sevdiği Mehmet terk etmiştir onu. Mustafa’sı yoktu, çok geçmeden Beyazıt da gitmişti. Şimdi ise Cihangir… Zordu Kanuni olmak. Mehmet öldüğünde teselliyi ecelde buluyordu Kanuni. Ama Mustafa ve Beyazıt farklıydı. Kendi ciğerparelerinin cellâdı olmuştu Kanuni…  Ama fitne ateşi Mustafa ile yanmıştı bile ve ateşin Beyazıt’ı yakmaması olmazdı. Ne de olsa Süleyman’a, Kanuni denmesinin nedeni kanun yapması değil, var olan kanunları uygulamada ki başarısıydı. Kanuni olmak da zordu, dünyaya hükmeden bir padişahın evladı olmak da.
MUHTEŞEM SÜLEYMAN;89. İslam Halifesi, 10.Osmanlı Sultanı olması sebebiyle On numarayı tamamlayan manasına gelen Saibü’lAşereri’lKamilet diye de anılmıştır… Saltanatı sırasında:
9 Sadrazam,7 Şeyhülislam,10 kaptan-ı derya görmüş
   Kanuni Sultan Süleyman,1566 yılında Zigetvar Seferi sırasında çadırında vefat etmiştir.Zigetvar’ı fethetmeden bir gün önce ölmüştür… Moralleri bozulmasın diye, Sokullu Mehmet Paşa, askerdeyken hünkârın ölümü saklanır. Koca Hünkâr’ın iç organları ölümünden sonra boşaltılır, Zigetvar’a gömülür. Vefat ettiği ancak Belgrat’ta söylenir. Hünkâr’ın önemli bir vasiyeti vardır..Bir sandığın kendisi ile birlikte gömülmesini vasiyet etmiş… Sandık saklı olduğu yerden çıkartılmışŞeyhülislam Ebusuud Efendi’ye, Sultan Süleyman’ın vasiyeti anlatılmış. Vasiyetin de Hünkâr o kutu ile gömülmek ister.Şeyhülislam kabul etmemiş.“Zinhar böyle bir vasiyeti yerine getiremeyiz, dini mübine yani İslam’a uymaz” demiş. Sandık mezara konulmamış.  Ancak daha sonra açılmış sandık. Koskoca Kanuni Sultan Süleyman, Yedi cihanın Hünkârı, dünyanın en büyük İmparatoru sandığında neleri yanına almak istiyordu? Merak edilmiş. Sandığın içinde: Kanuni’nin yapacağı işlerin, Vereceği kararların dine uygun olup olmadığı hakkında Şeyhülislamdan aldığı fetvalar varmışŞeyhülislam bunları görünce ağlamaya başlamış.“Hey büyük Sultan, sen Allah katında kendini temize çıkardın, mesuliyeti bize yıktın, biz nasıl bunun altından kalkacağız bakalım.” (alıntı)
     Kanuni’nin ölümünden sonra yerine oğlu II. Selim geçmişİkinci Selim babasının iç organlarının ve kalbinin gömülü olduğu;  Zigetvar’a mermerden çok güzel bir türbe yaptırmış. 150 yıl o türbe kalmış. Sonra Macaristan Osmanlı’nın elinden alınınca 1693’te, türbe yakılmış, yerine Katolik kilisesi yaptırılmış. 443 yıl önce vefat etmiş olan Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesi Süleymaniye camisindedir.

L Sokağından Sevgilerle ...


11 Mart 2014 Salı

AMY CUDDY - VÜCUT DİLİN BENLİĞİNİ ŞEKİLLENDİRİYOR

      

     
     Amy Cuddy , Amerikalı bir sosyal psikolog. Negotiation’da ve Harvard Üniversitesi’nde çalismalarini yapmaktadır. Amy Cuddy araştırmalarını cinsiyet rolü, duygular, güç, sözsüz davranışlar ve sosyal uyarıcıların hormon seviyelerindeki  etkileri üzerine yapmaktadır .
     Ben Amy Cuddy'i TEDTalk programındaki konuşmasından tanıdım. Konusu vücut dilin benliğini şekillendiriyordu ve merakla açıp izledikten sonra Amy Cuddy’i sizlere anlatmak istedim.

         Biraz da konuşmasının konusundan bahsetmek istiyorum. Vücut dilinin hayatımızda yeri çok büyüktür ve biz  bunu fark etmeyiz. Kendimizi güçlü ya da zayıf hissettiğimiz anları karşımızdakilere vücut dilimizle belli ederiz. Eğer karşımızdaki biraz da olsa bu konuyla ilgileniyorsa neler hissettiğimizi hemen anlar. İşte Amy Cuddy böyle anlarda nasıl davranmamız gerektiğini bize anlatarak bize güzel ip uçları veriyor. Örneğin ; iş görüşmesine gideceğimiz zaman genellikle heyecanlı, stresli oluruz ve bunu belli ederiz işte buna çözüm olarak size Amy Cuddy’in konuşmasını izlemenizi öneriyorum. 


7 Mart 2014 Cuma

RECEP IVEDIK 4

   
                             

     Merhaba arkadaslar, bu haftanin filmi Recep Ivedik 4, öncelikle Recep Ivedik hayatimiza nasil girmis ona bir bakalim. Recep Ivedik 2008 yılında hayatimiza girdi ve sadece fragmani bile 6 milyona yakin tıklandi. Recep Ivedik 2 3 ve 4. filmleri çekilerek bir seri haline geldi. Ve bu günlerde gösterime giren Recep Ivedik 4 icin seanslar yetmedi ve ek seanslar açıldı. Bende bir merakla gittim ve izledim. Simdi de görüslerimi sizlere aktarmak istiyorum. 
    Aslında biz (izleyiciler) Recep Ivedik karakterini hep kaba saba, kolayca her yerde kufur edebilen, kimseyi önemsemeyen bir adam olarak görduk ancak ben Recep Ivedik 4 filmini izlerken, evet yine ayni tarifteki adam ancak ayni zamanda yufka gibi bir yüregi olan, aklına koydugu bir seyi ne olursa olsun gerceklestiren bir adam gördum.
   Filmden biraz bahsetmek istiyorum. Filmde Recep Ivedik çocuklarin oynadigi futbol sahasinin betonerme olmasina izin vermemek icin bir miktar(300 bin lira kadar) borcun altına girer. Mahalleden bu parayi toplamaya kalkar ancak umdugunu bulamaz ve survivora katılmaya karar verir tabiki her sey çocuklar içindir. Mukemmel bir yarış ortaya çıkartır ve son final yarısinda bütün mahalleli televizyon karşisinda Recep'in kazanmasini bekler ve beklenen olur Recep Ivedik yarışı kazanır. 
       Recep Ivedik'i izlemeye giderseniz, komedinin yaninda bir de bu açidan bakip oyle izlemenizi tavsiye ediyorum. 

 L Sokağından Sevgilerle...

5 Mart 2014 Çarşamba

AHMET ÜMİT - BAB I ESRAR

                                        

                                AHMET ÜMİT – BAB I ESRAR
            Merhaba arkadaşlar, bugün sizlere  Ahmet Ümit’i  ve  en çok satan kitaplarından olan Bab ı Esrar’dan bahsedeceğim. Öncelikle biraz Ahmet Ümit ‘i tanıyalım.
             Ahmet Ümit Gaziantepli  şair ve yazar. Biz Ahmet Ümit’i liseden beri savunduğu sol görüşleriyle ya da Moskova’daki  Sosyal Bilimler Akademisi’ndeki eğitimi ile değil de tarihin ve polisiyenin mükemmel sentezindeki başarısında görüyoruz. Bab ı Esrar’da da Ahmet Ümit , hem aşkı hem de 700 yıllık şems cinayetini anlatmış.
           Bab ı Esrar ‘’Dünya rüya içinde rüyadır’’ diyerek bir Hint atasözüyle başlar.Ve bu atasözü aslında tüm hikayenin anlatılmak istenen şeklidir.
          Kitabın konusuna gelecek olursak , öncelikle kitabın ana karakteri Karen Kimya’dır. Londra’da bir sigorta şirketinde çalışan , ingiliz bir anne ile kendini aşka adamış bir babanın kızıdır. Fakat yıllar önce babası onu, hiç anlayamadığı bir sebepten ötürü bırakıp gitmiştir ve Kimya bir daha babasından haber alamamıştır.
        Çalıştığı sigorta şirketi Kimya’yı araştırmaları için Konya’ya gönderir. Ve aslında Kimya için bu bir başlangıçtır çünkü orada adım adım Mevleviliği anlamaya başlayacaktır. Fakat bu Kimya için çok da kolay olmayacaktır. Çünkü rüyalar , hayaller , fantastik olaylar içinde hem araştırmalarını yapar hem de babasının gidişinde haklı sebepler aramaya çalışır. Bunları kimseye de söyleyemez. Çünkü İkonion Turizm’in onu belki araştırmalarına engel olmak için yanılttığını düşünür. Karen Kimya hem sorularına yanıtlar bulmaya çalışır hem de işini yapar. Ve kitabın sonunda Kimya babasının öldüğünü öğrenir. Ama bu onu üzmez çünkü Kimya babasının gerçek aşkına ulaştığını bilir.
            Sizlere Bab ı Esrar da geçen ikonion isminin nerden geldiğini anlatmak istiyorum.
            Bir efsaneye göre Konya şehrimizin ismi İkonion isminden geldiği söylenir. Efsaneye göre Medusa olağanüstü güzelliğe sahip genç bir kızdı. O kadar güzeldiki güzeliği sadece biz ölümlülerin dikkatini çekmemiş aynı zamanda tanrılarında dikkatini çekmişti. Ne yazıkki Medusa kendine aşık olmuş ve bu aşk onun da başını döndürmüştü. Yapmaması gereken bir şey yaptı ve kutsal yasağı çiğnedi Medusa. Çoktan beri ona hayran olan deniz tanrısı Paseidon’la   Athena’nın tapınağında ilişkiye girdi. Kimileri bunun bir tecavüz olduğunu söyler. Ancak Athena kendi mabedindeki bu saygısızlığı kabul etmedi. Medusa’yı bir canavara dönüştürdü. Bu canavar Toros Dağlarından sık sık kente inerek insanları öldürüyor , onları taşa çeviriyordu. Kent halkı bir kahramanın çıkıp bu canavarı yok etmesini bekledi. Ama kendisine bakanları taşa çeviren canavarı hiç de kolay değildi. Kent halkının beklediği kahraman Zeus’un oğlu Persus’tu. Medusa’yı canavara dönüştüren Athena Persus’a yardım etti ve Medusa’yı yok ettiler. Halk bu kahramana karşı minnet duygusundan dolayı Persus’un ikonlarını şehre diktiler. Her yanı ikonlarla çevrilen şehre ‘’İkonion’’denildi. Ve zamanlar İkonion ismi değişerek bugünkü Konya ismini aldı.

       Bab ı Esrar’dan bazı notları sizler için hazırladım. Örneğin ; mevlevilik. Son zamanlarda bir çok yazarın gündeminde. Bakalım neymiş Mevlevilik.
         
   13.yy da yaşamış Mevlana Celaleddin Rumi’nin görüşleri  ve tasavvufi düşünceleri üzerine , kendisinin ölümünün ardından gelişen tarikattır
     
     Semazenlerin giydiği tennure(nefsinin kefeni)dir. Başlarındaki külah ise sikke(nefsinin mezar taşı)dır. Sema ölümü değil yaşamı , doğumu anlatır. Sema için meydana çıkanlar tennure üzerinde siyah hırka giyerler. O hırka semazenlerin mezarıdır. Semazen hırkayı çıkarır dansa başlar ve yeniden insan-ı kamil olur.
       
      Nedir insan-ı kamil ?
İnsan-ı  kamil hakka ulaşmış insandır. Yani Allah ile bütünleşen kişidir. Semazenler ; sağdan sola kalbin etrafında dönerken bütün yaratılmışları kalbi ile kucaklar ve semazenin yukarı açılan sağ eli Hak’tan alır , sol eli halka verir ve semazen doğuşunu tamamlar.

 L Sokağından Sevgilerle..

    


3 Mart 2014 Pazartesi

Şeytanın Kızı Gilda - Rita Haywort

                            
            Şeytanın Kızı Gilda olarak girdi hayatımıza Rita Haywort, filmdeki karakteriyle öyle bir sevdirdi ki kendini kim bu şeytanın kızı gilda demekten kendimizi alıkoyamayıp öğrenmeye başladık. Birde ben anlatayım size Rita Haywort'u. 

   Tüm dişiliğiyle ve güzelliğiyle Hollywood’un gelmiş geçmiş en seksi yıldızlarından Rita Hayworth, İspanyol asıllı bir babanın ve Amerikalı dansçı bir annenin kızı ve dönemin en büyük Flâmenko ustası olan bir dedenin torunu…
    1946 yılında rol aldığı “Gilda” Rita Hayworth ’un kariyerinin zirvesi oldu. Gilda filminde ki  “Put The Blame on Me” şarkısı eşliğinde ki dans sahnesi ile yer edindi hafızalar da… Ve biz onu hep Gilda ile özdeşleştirdik… Ama Gilda ’daki vahşi cazibesinin tersine, gerçek yaşamda aşırı duygusal ve utangaç bir yapıya sahip. Filmlerinin aksine evliliklerinde aşkı bulamayan bir kadın Rita Hayworth. 65 yıllık ömrüne 5 evlilik sığdırmış ve evliliklerinde umduğu aşkı bulamamış ki hepsi ayrılıkla sonuçlanmış. Bir konuşmasında “Sevdiğim bütün erkekler Gilda ile evlendiler, ama sabah uyandıklarında yanlarında Rita vardı demiş… Belki de Rita Hayworth sadece Rita olarak sevilmek istedi, “Gilda” olarak değil…
    Peki, Rita Hayworth’a bunlara söyleten neydi? 1937 yılında daha 19 yaşında iken büyük bir aşkla evlendiği Edward C. Judson ile yaşadığı evliliğin 6 yıl sonra sona ermesi bir neden olabilir mi.? Ya da Hayworth’ın bu evliliğin hemen ardından usta yönetmen Orson Welles ile evlenmesi ve bu evliliğin altında bir bahsin varlığından bahsedilebilir mi? Evet, Welles arkadaşları ile 2000 dolarına bahse girerek, Hayworth’u tavlayacağını iddia etmiş ve nitekim Hayworth ile evlenerek bahsi de kazanmıştır…5 yılın sonunda Hayworth’ın ikinci evliliği de sona ermiştir. Ve Hayworth tüm bu hayal kırıklıklarını yaşadığında sadece 30 yaşındaydı… Evet Rita, Gilda gibi güzeldi ama onun kadar mutlu değildi. Üçüncü evliliğini soyu peygamber soyuna dayanan Ali Han ile yaptı. Büyük bir düğün ile evlenen Rita, Ali Han’ın sadakatsizliği ile sona erdirmiştir evliliğini… Rita’nın bu evlilikten bir kızı olur… Ve bundan sonra mutsuz 2 evlilik daha… Rita bunları yaşamıştı… Oysa tüm o erkekleri kendisine âşık eden, Hollywood’un en seksi, en güzel, en başarılı kadını Gilda idi…
Sizce de çok garip değil mi bir kadının aşkı bu kadar araması…. Ve bulamamasında ki tek nedenin yine kendi oluşu…

L Sokağından Sevgilerle ...